top of page

“Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.” - Tayfun Topraktepe

Güncelleme tarihi: 14 Şub




Belleğin Girdapları kitabıyla biz okurların zihnindeki tembelliğin bir miktar da olsa tozunu attıran Behçet Çelik, anlatısını bu sefer bir kara deliğe döndürdüğü, yoğunlaştırarak adeta dar bir kapıdan geçebileceklerin davet edildiği bir şölene çevirmiş Turuncunun Kıvamı’nda. Kendi adıma o kapıdan geçebildiğimi söyleyemem. Bir gece vakti, dışarda yağan yağmur altında, tozlu bir pencerenin buğusundan zar zor görebildiğim bir “şeyi” anlamaya çalışma çabası benimkisi, üstelik tül perde de sürtünüp burnumu kaşındırırken. Dolayısıyla söz edeceklerimin tam tersi de geçerli olabilir, hiçbirinde ısrarcı değilim. Bu metnin bir “anlama çabası olarak” okunmasını dilerim. Zaten anlatıcının da akışa kapılıp gitmeyelim diye yer yer koyduğu hız tümsekleri ve tahdit levhaları, anladığımızı sandıklarımız konusunda bizi tekrar şüpheye düşürüyor.

Hız tümsekleri demişken, aşırı yorumu da göze alarak, kitabın ismindeki “turuncu”yu trafik ışıklarındaki turuncuya (genelde sarı ışık diyoruz ama aslında onun rengi bariz turuncudur) benzetmeme izin verilmesini dilerim. Malumumuz, kırmızıda durur, yeşilde geçeriz. Ama turuncuda işler karışıyor. Geçsek mi, dursak mı, kararsız kalıyoruz. İşte bu kitap da ne okuyup geçebileceğimiz ne durup bırakabileceğimiz bir kitap. Kararsız biçimde hakkında tefekkür etmeye çalışıyoruz. Ama gene de seviyoruz anlatmayı, Üç-beş veri geçmeyegörsün elimize, hemen tamamlıyoruz resmi. Muhtemelen bizden hiçbir şey saklanmadığı halde bir hafiyelik yapmak, onu buna, bunu şuna bitiştirmek telaşındayız. Bilinmedik bir şeyleri ilk biz fark ediyoruz adeta. Hatta keşfediyoruz; bütün sahtelikleri, bütün maskeleri indiriyoruz. Bak, oraya şöyle yazmış ya, şöyleyim diyor sözümona, oysa hiç de öyle biri değil… Örneğin bu ilk paragrafta kitaptan birtakım ifadeleri ödünç aldım ve bu gibi ifadeleri de tahdit levhaları olarak düşünelim isterim.

Roman temelde iki karakterin, Arzu ve Kenan’ın çatışması üzerine kurulu diyebiliriz. Gerçekte de (gerçekte derken de bir gülümseme alıyor beni, kurgu eser gerçekliği diye okuyunuz) Arzu diye bir karakter varken, Kenan diye birinin olduğundan şüpheye düşüyoruz. Aklıma burada tam da Ethel Voynich’in At Sineği romanındaki Arthur karakteri geliyor. Bilindiği üzere, ülkesine dönen Arthur, At Sineği takma adıyla, gazeteci olarak gayrimeşru babası olan rahip Montanelli’ye teolojik konularda verip veriştirir. Bir süre sonra da At Sineği’ne cevap veren bazı yazılar yayımlanır gazetede. Sonunda öğreniriz ki, aslında her ikisini de yazan Arthur’dur. Kendi sıkletinde birini bulamadığı için antrenmanlarını yine kendiyle yapar. Tıpkı iyi bir kılıç ustasının kendi gölgesiyle çalışması gibi. Dolayısıyla Kenan’ın da Arzu’nun zihnindeki çatışmaları (belki yarılmaları) karşılayan birine olan ihtiyaçtan çıkmış olduğunu düşünebiliriz. Yani biraz da Arzu’nun yer yer açık bıraktığı ifadelerde onu zorlayıp “işin bir de bu yönü var” diyen karşıtı rolünde. (“Bir benzerim öldürebilir beni ancak.”)[1] Ama yine de bunları yazarın izin verdiği yerde ve miktarda yaptığını, benzer hissiyatı ya da olanağı okura bırakmadığını düşünüyorum.

Neden derseniz, anlatıcının kullandığı parantez ve kısa çizgilerle söylediği şeyin olası yan ve diğer anlamlarının da önüne geçecek şekilde titizlendiği cümlelerini kanıt olarak sunabilirim. Ancak bu durumun okumayı zorlaştırdığını kabul etmeliyiz. Kendi adıma bir süre sonra bu hız tümseklerine takılmaktan ilerleyemediğimi fark edince, önce cümleleri olduğu gibi okuyup nereye varacağımı kestirdikten sonra parantez içindekileri ve kısa çizgilerle anlamı açtığı/daralttığı kısımları okudum. Yazarın diliyle söylersek, iki ters bir düz, iki ileri bir geri de diyebiliriz buna. Tam da burada yazarın biz okurlardan beklentisinin yüksek olduğu sonucuna varıyorum ve aklıma Behçet Çelik’in yıllar önce önermiş olduğu David Toscana’nın Son Okur kitabı geliyor. Anımsanacağı üzere, köyün kütüphanesini idare eden Lucio adındaki karakterimiz kütüphaneye gönderilen kitapları tek tek okuyup beğenmediklerini cehennem adı verdiği ve böceklerin, farelerin olduğu bir mahzene atmaktadır:

[Lucio] “Uykusuz Gözler”i okurken bir resim fırçasıyla, kimi yazarların yan cümleler kullanmak ya da cümlelerini karmaşıklaştırmak için bol keseden kullandıkları parantezlerin ve tırnakların üzerine bal bulaştırmıştı. [...] Kitabın gövdesine bir ip bağlayarak onu cehenneme indirmişti. Bir ay sonra yukarı çekti. Hamamböceklerinin bala özel bir ilgi göstermemiş olmaları onu hayal kırıklığına uğrattı; tırnakları, parantezleri, kötü anlatıları ve iyi kotarılmış cümleleri ayırt etmeksizin mideye indirmişlerdi; sonra bunu doğal bir şey olarak kabul etti, onca okurun ayırt edemediğini hamamböcekleri ne demeye fark edeceklerdi ki! [2]

Dolayısıyla yazarımızın ben ve benim gibi ortalama bir okuru hedeflemediğini, insan ilişkileri, yazarlar, kitaplar ve edebiyat-kültür dünyası hakkında bir nevi bir manifesto sunduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. (Herkes kendi kabınca alır elbette.) Hatta Arzu özelinde, artık uzak durduğu bu camiadan bazılarıyla artık görüşmüyor olmanın ne büyük bir armağan olduğunu, insanın bunu kendisine sık sık vermesi gerektiğini söyler. Bu düşüncemi destekleyen bir örneği alıntılamaya çalışalım. Anlatıcımız kitabın bir yerinde şöyle diyor:

Etimden et çekiliyor. Kıskançlık mı bu? Onların yerinde mi olmak istiyorum? Hayır, asla, ama bunlardan birini öven birini gördüm mü iki yakasına yapışıp sarsa sarsa o pek beğendiği herifin yazdıklarının beş para etmediğini, poz kestiğini, kimsenin yapmadığı bir şeyler yaptığı havası bastığını, oysa kötü birer taklitten öteye gidemediğini, şöhretlerinin başka şekilde elde edilmiş rantlarının ek getirisi olduğunu anlatmak istiyorum. (s. 139)

Hatta bunlarla yetinmiyor, devam ediyor:

Öncesinde gözünde büyüttüğü insanlarla da tanıştı, dinledi onları, anlamaya çabaladı, anlamaya ve hissetmeye. (Aynı anda anlamak ve hissetmek, baş ölçütüydü o zamanlar da. Kimse geçemedi ne var ki sınıfı!) Belki bu gibi toplantılarda onların da kendileri olma imkânı yoktu, büründükleri rollerin tutsağıydılar, gençken herkesi hem suçlayıp hem savunabiliyordu; ama ne olursa olsun, tatsızlardı genellikle. Herkes hep bir ezberin içinde geviş getirip duruyordu. Arzu’nun ne işi vardı onların arasında? (s. 168)

Ve bir kere biçmeye başladıktan sonra kendi bacaklarını da esirgemiyor:

Güvenli alanlarda koştur, tepin, heyheylen, afrandan tafrandan geçilmesin, ama o alanın sınırları asla, kat’a geçilmesin. (s. 30)

Diğer yandan Arzu bütün bu giydirilmiş davranışlardan, yapay personalardan, rol kesmelerden sıkılmıştır. Kendilerinin zaaflarından ya da kabahatlerinden bahsederken bile, sözümona bir tevazu gösterirken bile kendilerini övmekten kaçınamadıklarını fark eder. Görkemli zaafları gene onların sıradışılıkları hesabına yazılmaktadır. (Bu metnin girişindeki alçakgönüllük tavrı da buna dahil mi diye soranlar olacaktır. Belki öyledir, kim bilir?) J Ama aslında Arzu için normal yani sıradan olabilen bir şey ya da kişi sıradışıdır. Demeye çalıştığım, normallik artık sıradışılıktır, zira sıradışı olmaya dönük tüm o davranış kalıpları büyük beden ceket gibi sırıtmaktadır Arzu’nun gözünde:

Hiç değilse, der, sıradışısınız, aklınıza ilk gelenle örbas etmiyorsunuz içinizden geçenleri, kavganız, mücadeleniz ne kadarını saklayıp ne kadarını ima edeceğiniz hakkında, bu iyi. (s. 29)

Arzu iki zıt uçta gidip gelen bir zihin yapısına sahip diyebiliriz. Kavram ve sözcüklerdeki değer yitiminin farkındadır ve bu durumun birini, bir şeyi ya da kendini tanımlamaya çalışmasını anlamsız hale getirdiğinin, o şeyin elinden kayıp gittiğinin ayırdındadır. O yüzden hislerini, kendini, ruh dünyasını, dünyaya bakışını anlatmaya çalıştıkça kendinin kötü bir kopyasını oluşturduğunu fark ediyor ve artık bundan vaz geçiyor. Hal böyle olunca Kenan karakteri de Arzu’nun bir tutamağını bulamıyor, onun yanında olmanın da karşısında olmanın da imkânsız olduğunu düşünüyor diyebiliriz. Nitekim hemen hemen kurduğu her cümleyle, aldığı her pozisyonla, yaptığı her yorumla Arzu’nun alay nesnesine dönüşüyor. Örneğin, en temel insani duyguda, güçsüzün, canı yananın tarafında olduğu bir olayda bile Arzu’dan farklı bir tepki görüyor:

Eskiden canı yananların acısını çekerdim, bir süredir can yakanlara da kayıtsız değilim anlayacağın. Hahahaha! Neyse ya, boşver, kendi sallantılarımla sıkmayayım seni akşam akşam, keyfini kaçırmayayım. (s. 82)

Kenan’la birlikte biz okurlar da bir o köşeye, bir bu köşeye savruluyoruz ve Arzu hakkında kesin bir hüküm verip huzura eremiyoruz. Halbuki kalıp yargılardan, düşünce kısayollarından günlük hayatta çokça faydalanır, onların konforuna yaslanırız. Çünkü hemen hiç kimse için harcayacak ne vaktimiz vardır ne de enerjimiz. Yazarımız burada bizi taraf olamadan, olmamıza izin vermeden, o kolaycılığa yaslanmadan bir karakter üzerinden silkeliyor, rahatsız ediyor, canımızı sıkıyor, bir çubukla bizi dürtüyor. Bundan sonrası da bize kalıyor; ya totomuzu devirip öbür tarafa dönüp uyumaya devam edeceğiz ya da uyanıp ne olduğunu anlamaya ve yorumlamaya çalışacağız.

Peki durmadan düşman yaratıp kendi kendine barışan Arzu’yu hayatta tutan nedir, neden yaşamaya devam etmektedir, ne için mücadele vermektedir? Ben bu sorunun yanıtını romanda göremedim. (Olmadığından değil, belki vardır, bir kez daha dikkatlice okumalıyımdır.) Belki de iyi bir eserin sadece yol göstermediğini, aynı zamanda sorular da sordurabilmesi gerektiğini tekrar hatırlamalıyız bu noktada.

Bütün bu sorular, savrulmalar, taraf ya da karşı olma kolaylıklarının rehberliği olmadan yolumuzu bulmaya çalışırken, Arzu, Leibniz’in “mümkün dünyaların en iyisinde yaşadığımız” fikrine atıf yaparcasına şöyle diyor:

Gene de dünyanın tam olması gerektiği gibi olduğundan milim kuşku duymuyor – bunu bilmek hiçbir şeyi değiştirmese de, bunu bilmek dışında teselli, usanç, övünç, hiçbir his yaratmasa da.” (s. 87)

Bütün bunları, Kadıköy’deki akustiği güzel olan banka binasının girişindeki müzisyenin sesi kulağıma çalındığında, iki vapur iskelesinin ortasında, heykele yakın bir bankta otururken düşündüm. Yazarımızın da bu güzergâhtan geçtiğine, vapura ya da otobüse koşuşturan bir kadın görüntüsü (ah, “görünümün” diyebileydi) üzerine yazdığına inanıyorum ama kanıtlayamam.

Belki içinden de “Arzu c’est moi”  diye de bağırmıştır.

(K24'te yayınlanmıştır)

 

Comments


  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter

Bütün hakları saklıdır

bottom of page