top of page

Dünya Olması Gerektiği Gibi - Şirvan Erciyes

                     “Bazı şeyler dile gelmemeli, bulmamalı kelimesini, cümlesini. Edebiyat ömre zarar.”

Turuncunun Kıvamı

 





Behçet Çelik’in son kitabı Turuncunun Kıvamı[1]13 Eylül’de yayımlandı. Bazı okurlar tarafından anlaşılması zor, okunması neredeyse imkânsız, hatta özetlenebilir konusu olmayan bir roman olduğu iddia edildi. Kimi okur Turuncunun Kıvamı karşısında şaşkınlığa düşerken Behçet Çelik’in edebi yolculuğunu takip edenler pek şaşırmadı. Yazar epeydir belli bir ivmeyle bu tarz anlatıya meyletmişti, bu kez çıtayı biraz daha yukarı taşımış. Bu tarz anlatı derken ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım: Merkezinde tahkiyenin değil dilin olduğu, olay odaklı olmayan, doğrusal zamanı takip etmeyen, anlatıcının sık değiştiği, zaman ve mekânı ayrıt edici biçimde vermekle birlikte öne çıkarmayan, bilinç dışına ait imgelerin peşinde ama bilinç akışı da olmayan bir anlatı. Olay odaklı bir roman olmadığı için metnin hikâyesine kapılmak isteyenler tarafından zor ya da anlaşılmaz bulunmasını yadırgamamakla birlikte hak da vermiyorum. Neden hak vermediğimin yanıtına daha sonra değineceğim.

Behçet Çelik, rahatlıkla Arzu ve Kenan’ı tanıştırdıktan sonra buluşturur, kavga ettirdikten sonra seviştirir, geçmişlerindeki olaylarla, rastlantılarla, gündemin öne çıkan gelişmeleriyle bezeli, okunması çok daha kolay bir roman yazabilirdi. Okuru zora sokmak gibi bir amacı da olmayacağına göre, neden böyle bir roman yazdığı konusuna biraz kafa yormamız gerekiyor. Yazınsal yolunda tutarlılıkla ilerleyen yazarın dil ve anlatının imkanlarını zorlaması, biçim arayışları yeni değil.  K24’e yazdığı kitap incelemeleriyle edebiyat kamusunun ilgisini çeken Behçet Çelik’in hakkında yazdığı kitapları okuma listesine alan edebiyatseverler olduğunu da biliyoruz.  Edebiyatın bu kadar içinde olan biri, yazdığı romanın, aşağı yukarı nasıl alımlanacağını tahmin eder. O nedenle ne yazdığının ve nasıl yazdığının gayet farkında olduğunu söyleyebiliriz.

Turuncunun Kıvamı dili, akışı ve ritmiyle anlatının kendisinin başlı başına bir karakter gibi ön planda olduğu bir roman” ifadesi kitabın arka kapağında yer alıyor. Anlatının başlı başına bir karakter oluşu dikkat kesilmemiz gereken bir tespit. Tanrı anlatıcının kullanıldığı metinlerde yazar ya da yazarın belirlediği bir karakter anlatıcı olarak öne çıkarken bu romanda anlatının kendisi anlatıcı rolünde. Belirsiz anlatıcı romanda Kenan’dan ve hatta Arzu’dan bile ön planda dersek abartmış olmayız. Romanı okuyanlar anlatıcının kim ya da ne olduğu konusunda farklı görüşler öne sürdü. Özge Sağın “Arzu’nun bir arkadaşı”[2] olduğunu yazdı.  52 bölümden oluşan roman 1. bölümle değil 0. bölümle başlıyor. 0. Bölümün anlatıcının ağzından yazılmış, ilk cümleler anlatıcı hakkında fikir vermekle birlikte ilerleyen sayfalarda anlatıcının kimliği biraz daha belirginleşiyor. Romanın 12.bölümünde anlatıcı “Ama yıllar geçtikçe mesafe girer çoğuyla aramıza. Şu yaşına geldi kaybolmak ya da bulunmak istediğinde buralarda bir yerlerde gene. Gecenin karanlığında, sabahın ilk ışığında sokaklarımda, kıyıda, korksa çekinse bile, kimi gün tiksinse de gecenin tortularından, gündüzün kokusundan.”[3] Roman boyunca benzer ipuçları olmasına karşın anlatıcının kimliği okurun kafasında pek netleşmedi. Bu durumun bir nedeni anlatıcıyı insan olarak algılamaya mail belleğimizse diğer nedeni yazarın ipuçlarını gizlemesi ve anlatıcının kimliğini hemencecik açık etmeyi istememesi. Peki anlatıcı kim ya da ne? Önceleri anlatıcının romana geniş açıdan hatta yukarıdan bakan bir varlık olduğunu düşündüm, ay, mehtap, gökyüzü gibi, sonra  deniz kıyısı, derken yeryüzü olduğunu anladım. 23. sayfada “Meyvesi işte saadetimizin! Yeryüzüyle benim.” diyordu anlatıcı o halde yeryüzü değildi, yeryüzünün bir parçasıydı. Arzu’nun yaşadığı şehir ya da mahalle. Bu kavrayışla birlikte romanı okumak çok daha kolay hale geldi. Anlatıcının kim/ne olduğu sorusunun peşine düşmeyenler yanıtı merak etmeyenler de romanı rahatlıkla okuyup metne kapılabilir. Her bir bölüm bağımsız bir parça gibi de okunmaya müsait. Turuncunun Kıvamı’nı okumak isteyenlerin en başta sakin olması gerekiyor. Romanda bahsi geçen anlarda, renklerde ve konuda gizli anlamlar aramak, aşırıya kaçan yorumlar yapmak yerine eserin akışına, ritmine kapılarak, telaşsız bir okumayla metnin hazzına ulaşmak mümkün. Romanı zor okunur bulanlara neden hak vermediğimin yanıtını da böylece vermiş bulunuyorum.

Behçet Çelik yazınının ayırıcı iki özelliğine Turuncunun Kıvamı’nda da rastlanıyor. İlki, okura okuduğu metni beş duyuyla algılatabilme arzusu.  Anlardaki renk, koku, kıvam gibi unsurların okur tarafından deneyimin sahibiymişçesine algılanmasını istiyor yazar. İkincisiyse yazarak ya da sözle anlatmakta güçlük çektiğimiz, tarif edemediğimiz, istenç dışı belleği yazma gayreti. Yaşarken farkına varmadığımız, bilinç düzeyinde ifade edemediğimiz böylesi anlar çoğumuzun hayatında önemli bir yere sahip. Bu anların farkında bir yazar Behçet Çelik, bu belirsiz ve tarifi zor alanı yazıyla görünür kılmaya çalışıyor. Hızın ve ışığın egemen olduğu, gösterme ve görülme üzerine inşa edilen, her şeyin hemencecik soğurulduğu bu çağda yavaş okumayı, dikkat kesilmeyi isteyen metinleri ısrarla ve kararlılıkla üretmesi yazarın edebi tavrının yansıması.

İçinde debelendiğimiz gündem edebiyatçılara malzeme yaratma konusunda oldukça bereketli. Behçet Çelik politik duruşunu net biçimde ifade edebilen yazarlardan olmasına karşın güncel acılardan, sıkıntılardan malzeme devşirerek yazmıyor romanlarını. Onun karakterleri çağın egemen değerleriyle uyumsuz, huzursuz, yabancılaşmadan mustarip, ayrıksı olmakla birlikte acılarını ön plana taşımaktan özellikle imtina eden tipler. Kendi acılarını, sıkıntılarını hakiki bir sessizlikte, inatla, yalnız başlarına göğüslemeyi seçmişler. Etrafımızı çevreleyen felaketler karşısında elbette doğal olarak felaket anlatıları öne çıkıyor, anlatılası bulunuyor. Bireyin gündelik yaşantısının en küçük parçalarına değin sinen şiddet görmezden geliniyor. Romanda 26. bölümde Arzu’ya ortaokul yıllarında kâbus yaşatan bir olaydan bahsedilir. Arzu ve okula birlikte gelip gittiği iki kız arkadaşı üç kişilik bir gruptur. Bir sabah kızlardan biri Arzu’ya artık birlikte gitmeyeceklerini söyler. Arzu gruptan atılma nedenini soramaz bile. Günlerce bu olayın etkisinden kurtulamaz. Yıllar sonra bu iki kızın bileme taşı olduğunu düşünür Arzu, görevlerini yerine getirmiş ve çekip gitmişlerdir. Özensizlik, empati yoksunluğu, bencillik gibi negatif özelliklerin besleyip büyüttüğü bu türden gündelik şiddet birike birike hayattan ve insanlardan soğumamıza bile neden olur.

Adorno, romanın asıl konusunun yaşayan insanla taşlaşmış ilişkiler arasındaki çatışma olduğunu ve bu süreçte yabancılaşmanın da estetik bir araç haline geldiğini ileri sürer. Ona göre insanlar ve topluluklar birbirlerine yabancı olduğu ölçüde bilmecemsidir. Romanın ana çabası bu bilmeceyi çözmekken öze ulaşma gayretine dönüşür, çünkü yolunu şaşırmış olan öz çifte yabancılaşma halindedir. Behçet Çelik topluma ve kendine yabancılaşan / yabancılaştırılan bireyin içinde bulunduğu çifte açmazı merkeze alıyor. Bireyin içinde bulunduğu açmazdan sorumlu olan sistemi eleştirirken bu sistemin gündelik hayattaki tezahürlerinin peşine düşüyor. Buzdağının görünmeyen kısmıyla daha ilgili. Örneğin Arzu’nun ailesinin susarak azaldığını, ayakta kalmaktan fazlasını istemediğini, sistemin insanları kıstırdığı cenderede dirimden geriye pek bir şey kalmadığını görüyoruz. “Modern romandaki antirealizm anını, yani romanın metafizik boyutunu güncel kılan şey, kendi gerçek konusudur – insanların birbirinden ve kendi kendilerinden koparılmış bulunduğu toplum. Estetik aşkınlıkta yansıyan, dünyanın büyübozumudur.”[4]  Behçet Çelik’in karakterleri bu kopuşun sancılarından mustaripken Arzu, üç kez rastladığını duyumsadığı büyüyü turuncuda yeniden arıyor.




Behçet Çelik, benzer izlek ve karakterleri eserlerine taşımakla birlikte, izleğin çeperini genişleterek, üslubu değiştirerek tekrara düşmekten kaçınıyor. Daha önce öykülerinde kadın karakterlere rastlamıştık ancak bu kez romanın kahramanının kadın olması dikkate değer. Arzu inandırıcı ve başarılı bir kadın temsili. Romanın etrafında şekillendiği hikâyeyi kısaca özetleyecek olursak, 35 yaşlarında, kentli, çalışan, yalnız yaşayan bir kadın olan Arzu’dur anlatılan. Küskünlüğün egemen olduğu bir ailede büyümüş, kan bağından kaynaklı yakınlıkla sevdiği ablası dışında kimselerin yanında rahat edemeyen biridir. Geçmişin hatırına tahammül ettiği arkadaşı Suna, Erdem adında eski sevgilisi, yağmurlu bir günde tesadüfen tanıştığı Kenan, işyerinde dedikodu yapan arkadaşlar ve Arzu’ya yaranmak için dedikodunun dedikodusunu yapan yönetici vardır romanda. Ayrıca annesinin arkadaşı Yelda’nın bahsi geçer birkaç kez. Yelda yaşadığı hayatı, kocasını, evliliğini boş vermeyi başarmış, inatçı boş vermişliğini herkese kabul ettirmiş, geri adım atmayan biri olarak Arzu’da iz bırakır. Yelda ve Arzu’nun ortak yanları takındıkları tavrı ısrarla sürdürüyor oluşlarıdır.

Kenan’ın herkesten farklı taradığı saçlarını o şekle sokmasındaki aykırılık dikkatini çeker Arzu’nun. Sonrasında anlarız ki Kenan ve arkadaşları belli aralıklarla toplanarak şiir ve edebiyat sohbetleri yapmaktadır. Arzu’nun da dahil olduğu bu sohbetlerde Kenan ve Arzu arasında bir yakınlaşma başlar. Aşka ya da uzun süreli bir ilişkiye uzanabilecek bu yakınlık iki tarafın istemi dışında kaybolur. Özetlemeyi denediğimiz bu hikâyeden ibaret değil Turuncunun Kıvamı. Arzu’nun ısrarlı huysuzluğu, açık sözlülüğü, cesareti, eleştirel bakış açısı, incelikli mizahı, yakınmayı sevmeyen yapısı, içtenlik arayışı bu hikâyeden daha önemli bir yer kaplıyor romanda. Arzu dibe vurma hevesini bile kaybetmiş bir küskündür. İnsanları hayatından kolayca çıkarabilme gibi bir özelliği vardır. Zira ilişkilerin zaten biteceğini ya da tatsız bir noktaya evrileceğini bilir, peşin peşin vazgeçer. Zaman zaman hepimiz içtenliğimizi sorgularız, gündelik rutinin bir parçası olan, yürütülmesi gereken işlerin gerektirdiği sahte kibarlıklar, tebessümler, selamlaşırken havayı öpmeler hepimizin başına gelir. Maruz kaldığımız davranışlar karşısında gereken tepkiyi vermediğimiz, susmak zorunda kaldığımız anlar kendimizi iki yüzlü hissetmemize neden olur. Bunları azaltmak için insanlarla olan iletişimi en aza indirgeme çabasına gireriz bazen. Cioran’ın “Hiçbir dostluk abartılı dürüstlüğü kaldırmaz.”[5] ifadesini, abartılı dürüstlüğü hiçbir ilişki biçimi kaldırmaz biçiminde yeniden üretebiliriz. Arzu işyerindeki arkadaşlarıyla iletişimi asgari seviyede tutarak, yalnızlığını bile isteye seçerek dürüstlüğünü elinden geldiğince korumaya çalışır. Kendini eğlendiren, sözcüklere, şiire, edebiyata aşina ama ezberlerden ve öylesine söylenen içi boş laflardan nefret eden biridir.  Öfkelidir, harekete geçmek gerektiğini bilse de harekete geçme konusunda sandığı kadar atik değildir.

Turuncunun Kıvamı Arzu’nun romanı olduğundan Kenan daha geride olduğu hatta belki de kurmacanın içindeki hayali karakter. Arzu ve Kenan’ın şiire, hayata bakışları farklıdır ancak birbirlerinin farkına varmış olmaları, birbirlerini görmeleri aralarında sevimli bir bağ kurulmasını sağlar. İkilinin edebiyat, şiir konuştuğu sayfaları ya da Arzu’nun bu konuşmalara dair düşüncelerini okurken roman ve öykülerimizde sanılanın aksine bu konulara pek yer verilmediğini düşündüm.

Turuncuyu renk olarak anlamlandırmaya ve romanla ilişkilendirmeye çalışanlar şehvetle, canlılıkla, mutlulukla bağ kurmuşlar, muhtemelen arama motoruna “turuncu rengi neyi simgeler” diye yazıp aradılar.  Romana adını veren turuncu güneşten, aydan, ışıktan, gün batımından ya da doğumundan, bulutların arasından yayılan, ateşten gelen yanıyla var romanda, bir de sonbahar yapraklarıyla. İnsanın doğadan kopuşuna, onun bir parçası olduğunu unutarak, yok sayarak yaşayışına, baktığı nesneleri ya da oluşları göremeyişine bir tepki gibi de okunabilir. Mutluluk, dostluk ya da şehvete denk düşmüyor romanda turuncu, zira karakterler mutluluğun arayarak bulunan ya da elde edilen bir şey olmadığının farkında, bilindik anlamıyla mutlu da değiller. Romanda geçen birkaç kıpırtıyı turuncudan yayılan şehvet olarak algılamak da mümkün değil. Yazar, Muaz Ergü’yle yaptığı söyleşide[6] rengi canlılıkla ilişkilendirebileceğini söylüyor. Canlılık daha çok hayatta kalma çabası ve anların, turuncunun, ışığın içinde bir kıvam bulma, akışa dahil olduğunu hissetme, varlığını unutabilme şeklinde okunabilir. Yine Arzu’nun varlığını farklı bir biçimde duyumsadığı, kendisiyle karşılaştığı bir nevi epifani yaşadığı anlar turuncudan yayılan ışıkla, tırnaktaki kırmızı ojeyle, ağaç gövdesindeki bal damlasıyla, yağmurla çağrışım yapıyor. Ruhumuzun sanki bedenimizden ayrılarak farklı bir biçime büründüğü, kendimizi kendimiz dışındaki oluşla bütünleşmiş hissettiğimiz, varlığımızın, acılarımızın önemini yitirdiği kısacık ama etkili anları anımsatan, o anlara yeniden götüren renkler, kokular, tatlar tenin hafızasını uyarır. Proust’da rastladığımız istenç dışı belleği akla düşürür.

İnsanın duyguları değişebilir, kendisine ya da diğerlerine karşı zaman zaman merhametli zaman zaman acımasız olabilir. İnsan ruhu inişli çıkışlı, tökezlemeli, kesintili, seyyal bir kıvam alır. Roman boyunca rastladığımız tekrarlar, parantezler, ikilemeler, yarıda kalmış ifadeler bu akışa uygun dili ve ritmi yakalama çabası olarak okunmaya müsait.

Her şeyin biteceği ve unutulacağı gerçeğini bilerek yaşarız, beş yüz yıllık tarihi eserler de bir gün yok olacak, yazılan kitaplar ve yazarları unutulacak. Bunu bilerek zamana bir çentik atmaya uğraşırız. Ne saklanmaya ne de görünür olmaya izin veren bu çağda kuytuları olanlar kuytularına saklanmaktan başka çare bulamazken, insandan kaynaklı onca soruna karşın yine insana sarılmak isteriz. İnsan bu çağın zehridir, panzehri edebiyat, sanat, dayanışma ya da bir inançta gizlidir. Dünya tam da olması gerektiği gibidir, insan bu dünyanın göğsüne kusurdan yapılmış siyah bir leke gibi yayılır. Turuncu siyaha galebe çalmaya çalışır, romanlar yazılır, okunur. Siyahı yok eden turuncuyu özleriz, turuncu kıvamını bulsun ki bizler de yaşamak için gerekli arzuyu duyalım isteriz.

Hamiş: Son paragraftaki italikler Turuncunun Kıvamı’ndan esinle yazılmıştır.


(Eleştiriyorum'un Ocak 2025 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır.)

 

 

 

[1] Behçet Çelik, Turuncunun Kıvamı, İletişim Yayınları, 2024

(son erişim tarihi 18.11.2024)

[3] Behçet Çelik, Turuncunun Kıvamı, İletişim Yayınları,2024, s.49.

[4] Theodor W. Adorno, Edebiyat Yazıları, Metis Yayınları 2012, s.42-43.

[5] E. M. Cioran, Parçalanma,Metis Yayınları, 2021, s.119.

Comments


  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter

Bütün hakları saklıdır

bottom of page