Tanıl Bora ile Söyleşi
Birikim, Sayı: 401, Eylül 2022
Bengü Vahapoğlu eserinle ilgili incelemesinde seni, –Tanpınar’ın da büyükbabalarından olduğu– “iç dünya yazarları” ailesine katıyor. Gerçekten, roman kahramanlarının ana mesaisi kendilerini dinlemek, ruhlarının kuyularına ip sarkıtmak. Ama orada dünyasız bir “kendilik” buluyor değiller, zaten dünyasız bir benlik/kendilik olamayacağını, dahası insanın kendi diplerinde dünyanın dertleriyle yüzleşebileceğini gösteriyorsun. Buradan başlayan bir soru tarrakası: İnsanın içi, bir tekinsizlik alanı mıdır? Hem edebiyatta, hem gündelik bakışta, böyle gören bir göz yok mu; “fazla düşünmeyi” uğursuzluk sayan “halk bilgeliğine” çok da uzak olmayan bir bakış…? Hatta psikanaliz teorisiyle haşır neşir olanların birçoğu, –edebiyatçılar ve umum okur yazarlar–, bu bilgiyi tekinsiz avına çıkmak üzere kullanmaya yatkın olmuyorlar mı? Yani edebiyatta bir fetiş olarak tekinsiz’den söz ediyorum…
Edebiyatta bir tür “tekinsizlik fetişi” olduğu saptamana katılıyorum, ancak senin sözünü ettiğin iç dünyadaki tekinsiz alanların sorgulanmasından daha yaygın başka bir eğilim dikkatimi çekiyor benim; aslında biraz da iç dünyayla ilgili sayılır bu. Edebiyat yapıtlarında daha ziyade türlü çeşit sınırın umulmadık biçimde ihlal edilmesi sonucunda doğan ya da belirginlik kazanan tekinsizliklerin üzerinde duruluyor. Gerçek ile düş arasındaki sınır da sık rastlananlardan ama daha çok gerçekle gerçeküstü arasındaki ya da gerçekle gerçek ötesi arasındaki sınırdan söz ediliyor. Düşlerimiz, evet, iç dünyamızdan gelen mesajlar olarak yorumlanmaya da yatkın, bu nedenle burada da bir tür içe bakış söz konusu, yine de edebiyat kitaplarının arka kapak yazılarında ya da tanıtımlarda giderek daha sık gördüğümüz “tekinsiz” sözüyle ima edilenler daha çok dış dünyayla ilgili. Dış dünyanın tekinsizleşmesiyle. Başımıza olmadık şeyler gelebilecek bir dünyada yaşıyoruz, gündelik hayat tehlikelerinin ötesinde, tedirgin edici bir “alacakaranlık kuşağı”ndan geçiyoruz. Kafka’ya rahmet okutacak resmî tekinsizlik alanları da genişledikçe genişliyor, gözetim toplumunun yaygınlaşmasında dijitalin gündelik hayatımıza hızla ve depderinden girmesi de çok etkili. Bu yüzden dijital dünyaya, yapay zekâya dair distopik gelecek tasavvurları da ürkütücü ve üzerinde kalem oynatmak açısından velut ve cazip. Beri yandan, dijital dünyadaki kimliğimizle gerçek kimliğimiz arasında da birbirleriyle her daim örtüşmemelerinden kaynaklanan bir sınır ve bu sınırın ihlali söz konusu. Bir avatar yaratıyoruz, o bizim temsilimiz, ama gün gelip de avatarımıza dönüşmeyeceğimizin garantisi yok.
Edebiyat yapıtlarında tekinsiz bir dünyadan bahis varsa, bu tekinsizliğin nereden, nelerden kaynaklandığı sorusuna yanıt verilmeyip ucunun açık bırakılması yeğlenir daha çok. Metin bittiğinde de neler olduğunun tam olarak anlaşılmadığı, okuyan elindeki metni kaldırıp bir kenara koyduğunda da alttan alta sürecek, en azından sürme potansiyeli olacak bir tekinsizlik hikâyesi anlatılmak istenir. Murat edilen yaşadığımız dünyadaki tekinsizliğin bir alegorisini yapmaktır çoğunlukla.
Ölümün karşısındaki çaresizliğimiz de bu konunun ilgi görmesinde bir etmen olsa gerek. Ölümden sonra ne olduğu sorusu, öte dünyanın bu dünyaya dahli olup olmadığı, olmayacağı meselesi, bu konudaki bilgisizliğimiz, ama bitmek bilmeyen merakımız; bu konudaki öğrenme çabasını kışkırtarak, farklı bir biçimde hikâyeler anlatıp anlatılar kurgulayarak tefekkür etmemize neden oluyor. Bütün bu saydıklarıma topluca baktığımda, bildiklerimizle bilmediklerimiz arasında bir gri alan olduğu, tekinsizliğin de bu gri alanda doğup serpildiği sonucuna varıyorum. Bildiklerimizden yola çıkıp onlardan el alarak bilmediklerimizi fethetmeye kalkıştığımızda –ki insan türünün macerası binlerce yıldır bu minvalde sürüyor– işler ummadığımız gibi gidebilir ve bilmediklerimiz bildiklerimizi fethedebilir, alt üst edebilir, etmiştir de ve bu edebiyatta çok revaçta olan bir tema.
Soru silsilenin başına gelirsek, iç dünyalarımızda neler olup bittiğine de büsbütün vâkıf değiliz, dolayısıyla bu gri alan da edebiyatçı için bir araştırma sahası. Tabii, edebi bir metin yaratarak, bir anlatı kurarak üzerinde düşüneceği, ilerlemek isteyeceği bir saha, daha ziyade bir yol. Psikanaliz yahut insan psikolojisi üzerine bir şeyler okuyup ya da deneyimlerimizle öğrendiklerimizi bir kurmaca üzerinden nakletmekten söz etmiyorum. Bu yöntem izlendiğinde edebiyat bir araştırma sahası olmaktan çıkıp bir nakil vasıtasına dönüşüyor. Dolayısıyla bu yöntemde zaten bir tekinsizlikten söz etmek çok da mümkün değil, en azından yazar ne yaptığını, nereye varacağını kestiriyordur – bunu murat ederek yola çıktığı halde adımlarının, cümlelerinin, olay ya da bilinç akışının onu tekinsiz alanlara götürmesi de mümkün elbette. Benim –becerebildiğim ölçüde– yapmaya çalıştığım, baştan neler olup biteceğini, nelerle karşılaşacağımı bilmediğim bir anlatı kurmak. En azından buna açık olmak. Edebî bir yapıtta yazdığımız her cümle daha sonra gelecek olanlar üzerinde az ya da çok etkilidir, metin yazıldıkça oluşur. Dolayısıyla yolun başında önümüze aldığımız beyaz sayfa, üzerinde dilediğimizce at koşturabileceğimiz, tekin bir alan değildir. Daha doğrusu, yazdıkça (sayfa ucundan kargacık burgacık bir şeylerle beyazlığını yitirdikçe) bir dünya ortaya çıkmaya başlar, ama bu dünyanın nasıl bir dünya olduğu konusunda bildiklerimiz çok az, bilmediklerimiz daha fazladır. Yazmayı sürdürdükçe belki bildiklerimiz artar, ama sorular da artar. Tabii, bu dünya illa iç dünya olmak zorunda değil, içe pek bakmadan da şahane metinler yazılabilir, ama ben içe bakmayı, içerideki tekinsizliği ya da içerisini tekinsiz kılacak tecrübeleri işin içine katmayı yeğliyorum. Dış dünyanın (olayların) kişinin kendisiyle karşılaşmasına, kendisine maruz kalmasına, kendisiyle çatışmasına neden olduğu anlar, enstantaneler, kurgular beni heyecanlandırıyor. Dış dünyadaki tekinsizlik alanlarından iç dünyadaki tekinsizlik alanlarına uzaklardan, çapraşık, farklı düzlemlere çarpıp kırılarak yansıyan, soluk bir ışık tutma çabası. Giderek içerisiyle dışarısı arasındaki belirsizliğin bir başka tekinsizlik alanı yaratması… Oturduğu yerde tefekkür eden birinin içe bakışı değil de, başına gelenlerden ötürü içine de bakmak zorunda kalmış birinin hikâyesi. Orada ne gördüğünden çok, içeriye bakma ânında olan bitenler ve tabii ki bakmama çabasıyla bundan sakınmayı becerememek, (“halk bilgeliğinden” payımıza düşenlerin etkisiyle gözlerimizi ellerimizle kapatıp parmaklarımızın arasından bakmadan duramamak) daha ön planda.
Mültefit, “İnsanın kendi diplerinde dünyanın dertleriyle yüzleşebileceğini gösteriyorsun,” cümleni sevinçle kabul ediyorum, bunu becerebiliyorsam, çok sevinirim, çünkü bu söylediğin ancak insanın içi ile dış dünyanın birlikte varoluşlarından, etkileşimlerinden bir şeyler sezmekle mümkün olabilecektir. Böylesi bir birlikte varoluşa dayanan kozmolojiye açığım; bu kozmoloji, tahmin edilebileceği üzere, tamamlanmış bir kozmosu değil, değişip dönüşen bir kozmosu kabul eder, içeride ve dışarıda bilmediklerimizin (tekinsizlik alanların) bildiklerimizden (güvenlik alanlarından) daha yoğun olduğu bir kozmostur bu, ama aralarında çapraz bağlar da hiç eksik değildir. Tekinsiz avına çıkmaktan ziyade tekinsizin bizi avladığı yerde, başka tekinsizliklerin farkına varmak, onlara maruz kalmak, onlara da av olmak… İşte, bu tecrübenin kendisi de bizim avladığımız.
Adını andın, Kafka’ya bir parantez açalım. Kafka adı ve tekinsiz kavramı, birçoklarının nazarında yapışıktır. Bunun üzerine bir şeyler söylemek ister misin? Sence de öyle mi? Yakışıyorlar mı birbirlerine? Kafka’nın tekinsiz’e dair bize gösterdiği nedir?
İlk soruyu yanıtlarken resmî daireler, merciler karşısında yaşadığımız tekinsizlik duygusu hakkında aklıma gelen ilk örnek olduğu için Kafka’yı andım, ama bununla sınırlamak büyük haksızlık olur. Çok iyi bildiğim bir yazar olmasa da, şunu söyleyebilirim sanırım. Kafka ve tekinsizlik bahsini birlikte anacaksak şu noktayı mutlaka belirtmeliyiz. Onun yapıtlarının öncü yanı bize bir şeyin hem kendisi olduğu hem de kendisi olmaktan çıkıp başka bir şey dönüştüğü versiyonlarla eşanlı yüz yüze gelmenin, muhatap olmanın, hatta farklı versiyonların bile söz konusu olmadığı, aynı versiyonun iki anlamı bir arada sunmasının yarattığı tekinsizliği duyurmasıdır. Çok basitleştirerek sorarsak, Gregor Samsa insan olmaktan çıkıp devcileyin bir böcek olmuş mudur? Hem olmuştur demek mümkün hem de olmamıştır demek. Bu, bir algılama, algılamama meselesi de değildir; durum budur. Ayhan Geçgin de, bir yerde Kafka’nın sıradanla sıradışının birbirinin kılıklarına girdikleri için ayırt edilemediği bir dünyayı çizdiğinden söz etmişti. Kafka’nın, gördüklerinden, yaşadıklarından ve sezdiklerinden edindiği görü dünyanın böyle bir hal aldığına işaret eder – belki buna yazdıklarını da ekleyebiliriz, yazı yazmanın hem tekinsiz bir uğraş, hem de tekinsiz alanların farkına varabilmek için bir ışıldak olduğunu düşünerek, umarak. Kafka’nın tekinsize dair bize bunu gösterdiğini düşünüyorum. Dünyanın bu anlamdaki tekinsiz hali bugün hem daha belirgin hem daha sisli. Adaleti, yargıyı düşünelim, adaletin tecelli edeceği umulan mekanizmalar bizatihi adaletsizliğin birincil kaynağı olarak iş görüyor, ama kanaat toplumuna dönüştükçe bu yalın gerçek tam tersiymiş gibi sunulabiliyor, bu mekanizmalar aracılığıyla adaletin tecelli ettiğine kanaat getirilebiliyor. Başka bir şekilde ifade edeyim. Hakkımızda dava açılmamış olması yargılanmadığımız anlamına gelmiyor; hakkımızda toplanan her türlü veri, özellikle dijital imkânların sınırsızlığı içinde bayt bayt toplanan bütün veriler, açılmamış bir davanın, yazılmamış bir iddianamenin, başlamamış bir soruşturmanın, henüz verilmemiş bir emirle toplanan delilleri.
İlk soru dizisine cevabında “Tekinsizliğin bizi avladığı yer,” dediğin de, neticede ve basitçe, ’nda, ’nde –bence– daha doğrudan eğildiğin dış dünya…Dış dünyadaki tekinsizlik”ten altını çizerek bahsettin zaten. Zamanımızın ruhuna, –otoriter popülizm de denen, 21. Yüzyıl faşizmi de denen rejimine–, bakarsak… Orada gördüklerimiz bize neden özel olarak tekinsiz kavramını düşündürüyor sence? Kötülük, zulüm, adaletsizlik, tamam…peki ayrıca neden söz ediyoruz – etmeli miyiz diye de sorulabilir? Yönlendirmiş olmayayım ama özellikle Dünyanın Uğultusu’nda odaklandığın güvencesizleşmenin-prekarizasyonun, bunda, yani tekinsiz’den söz etmemizde payı var gibi geliyor bana.
Zamanımızın “tekinsiz” ruhunu sadece 21. yüzyıl faşizmi denen rejimde görmüyoruz, diyeceğim demesine ya, öyle bir tekinsizlik söz konusu ki, özgürlükçü ya da görece özgürlükçü diyebileceğimiz rejimlerin de bunlara dönüşmesi an meselesi gibi – faşizm olmadığını ileri sürebileceğimiz rejimlerin de faşizan uygulamaları hayata geçirmek konusunda hiç tereddüt etmedikleri ortada. Sanırım rejimler de geleceği, hatta şimdi’yi kendileri için tekinsiz bulmaktalar, onların da kendilerini güvencede hissedebilmek için ellerindeki tek yöntem baskıyı artırmak. Hep böyle değil miydi? Belki şöyle ince bir ayrım var: İnsanlar, bu rejimlerde faşizan uygulamalara maruz kalabilecekler ve kalmayacaklar diye ayrılmış durumda. Kutsal insan, dokunulmazlığı olan insan ile kutsal olmayan, dokunulmaz hakları bulunmayan insanlar söz konusu. Zamanımıza özgü olduğunu ileri sürebileceğim bir tekinsizlik hali tam da burada karşımıza çıkıyor. Bir dakika önce kutsal insanken şimdi o kategoriden düşebiliriz. İlanihaye kutsal insan addedileceğimizin garantisi, güvencesi yok. Bizi kutsallık halesiyle çevreleyen kapitalist toplumda en önce para, her şeyi satın alacağına inanılan para. Tekinsizlikleri bertaraf edeceği umulan, her türlü önlemin, koruyucunun satın alınabileceği umuduyla biriktirilen, çoğaltmak için çok şeyin göze alındığı para, gelgelim, her durumda geçerli akçe değil. (Mülteci karşıtlarına karşı söylenen ve çok haklı olduğunu düşündüğüm, “Hepimiz potansiyel göçmenleriz” cümlesindeki tekinsiz tınıyı hatırlayabiliriz, giderek daha açık ve yakın bir tehlike halini alan iklim krizini.)
Yine de güvencesizliğimiz, özellikle ekonomik güvence yoksunluğu, tekinsizliği daha derinden duymamızın başlıca nedenlerinden biri hiç kuşkusuz. İşi gücü, geliri olması, insanın hiç değilse karnını doyuracak aşı, başını sokacak bir çatısı bulunması, bu yüzden olmazsa olmaz kabul edilmesi gereken ihtiyaçlar. Ne var ki bunları yitirmek de kimi zaman an meselesi. 2008 krizinin hemen ardından yayımlanan Dünyanın Uğultusu’nda, 2001 krizi zamanında işsiz kalan üç beyaz yakalının hikâyelerini anlatmaya çalıştım. Bir gün önce geleceğe umutla bakan bir adamın işsiz kaldığı gün başlıyordu roman. 90’ların ışıltılı zamanlarını (o yıllarda tavan yapan özgüven patlamaları da bu ışıltının parıltılarındandı) gamsızca yaşamışken yeni bin yılda onu nelerin beklediği meçhuldü. Tekinsizlik duygusu, güvenliğin kaybıyla doğrudan ilgili. Bildiğimiz dünyanın sonu, bilmediğimizin başladığı. Bizi bir meçhulün beklediğini fark ettiğimizde içimizi kaplıyor, sürekliliğimizin kırılacağını, bütünlüğümüzün dağılacağını seziyoruz. Daha da önemlisi, bunun kaçınılmazlığını, çoktan başladığını, kapımızın önünde, günün ilerleyen saatlerinde bizi beklemediğini, tam da içinde olduğumuzu.
Bir yandan da tekinsizlik hissedilen bir şey sanırım. Böyle diyerek dış dünyada her şey güllük gülistanlık, biz tekinsiz hissetmezsek sorun yok, demek istemiyorum, ama tekinsizliğin çarpanlarından biri de bizim iç dünyamız. Kuşkusuz, bizdeki tekinsizlik duygusu da dış dünyada gördüğümüz, tanık olduğumuz, bize öğretilen tekinsizliklerden doğuyor, oluşuyor, bunlarla çoğalıyor. Sözü yeniden “iç dünya”ya çekmeye çalışmıyorum, ama neden tekinsizlikten söz ediyoruz diye sorulunca, hele de vurguladığın gibi, bu dünyada, böyle bir dünyada bir de ne demeye tekinsizlik bahsine giriyoruz dendiğinde, bu noktayı vurgulama ihtiyacı duydum. Dışarıda kötülük var, adaletsizlik, zulüm var, güvence yok, peki, bunları neyle çarpıyoruz da tekinsizliğe varıyoruz. Aklıma gelen ilk yanıt: bunların sürgit olduğuna, olacağına dair inancımız, değişeceklerine dair umutsuzluğumuz yani. Bu inançsızlık, bu umutsuzluk mesnetsiz değil, kabul ediyorum; ama burada baştan konan bir ipotek de söz konusu geleceğe, bizi bekleyenlere. Kof umutlarla tekinsizliği aşıp daha tekin bir dünyaya varamayız elbette, ama meçhul olan, bilinmeyen karşısında alınabilecek yegâne tutum ürkmek, korkmak, çekinmek midir, sorusu da meşru bir soru bence. Kof umut kadar tekinsiz alanları görmezden gelmek, meçhul olan meçhul kalır, ben çevresinden dolanayım, bilmeye çalışmaktansa mevcut, şimdideki güvencelerimle yetineyim demek de manasız. Tekinsizlik, ürktüğümüz kadar devasaysa güvence zannettiklerimiz de kumdan kalelerdir en nihayetinde. Güvencelerin ehemmiyeti yok, demiyorum, ama tekinsizlik ve tekinsiz durumlar hakkında düşünmek, bunları konuşmak mühim. Tekinsizlik duygusunun iç dünyamızda nasıl ve hangi durumlarda olduğundan daha cesametli hissedildiğini de sormalıyız.
Dünyanın Uğultusu’ndan söz ettin, o romanda Aynur’la Ahmet arasındaki farkların biri de tekinsizlikle ilgili gibi. Aynur, tekinsiz bir dünyanın içine doğmuş (sosyal, ekonomik, toplumsal cinsiyet farklılığı gibi nedenlerle elbette, ama Ahmet’le kıyaslandığında başka bir zamanın insanı, handiyse başka bir dünyanın), Ahmet sonradan maruz kalıyor, Aynur’un öteden beri hissettiklerine. Dolayısıyla farklı tutumlar alıyorlar. Bir de Ayla var, Ahmet’le aynı dünyanın yerleşiği, ama onun da Ahmet’le arasında büyük farklar var. Şunu da belirtmeliyim, becerebildiysem ne Aynur’u ne Ahmet’i ne de Ayla’yı tipik kahramanlar olarak çizdim, yani belirli bir sınıftan insanların yaygın davranışlarını sergilemiyorlar. Bununla beraber baş etmeye çalıştıkları şeyin ortak olduğu, tekinsiz bir dünya olduğu söylenebilir sanırım.
Bu romandan konuşurken şu geldi aklıma. Geçenlerde bir finans kuruluşunun İnsan Kaynakları biriminde yöneticilik yapan bir arkadaşımla konuştuğumuzda, pandemide o firma çalışanları arasında ciddi sayıda insanın işlerinden gönüllü ayrıldıklarını (ve başka bir finans kuruluşuna geçmediklerini) öğrendim. Güvencesizliğin bu denli yüksek olduğu bir ülkede onlardan konuşmak ayıp mı, emin değilim, ama pandemi gibi halihazırda tekinsiz olan dünyayı daha da tekinsizleştiren bir olguyla yüzleşmenin dünyanın tekinsizliğiyle ilgili önceki algılarında bir değişime neden olmuş olabileceğini düşünmeden edemiyorum. Doğrusu, onları işlerinden ayrılmaya iten dinamikleri çok merak ediyorum.
Belleğin Girdapları’yla devam edelim. Ve mekânların tekinsizliğiyle. “Kahramanımızın” kaçıp yerleştiği Serpmetepe, onun “eski dilinde” “varoş” diyeceği bir yer, şimdi tanımlayacak kelime bulamıyor. Nevzuhur, izbe, derme çatma, uzak, şehrin hatta belki dünyanın sonunda konumlandığını düşündürecek gibi iyice kenarda-, –ama kargo firmaları geliyor tabii!... “Olmayan şeyler kafesi”ne benzetiyor onu bir yerde. Distopik bir mekân mı demeli? Beri yandan, “Distopya-1 konutları” diyebileceğimiz kadar da “normal”… Her halükârda, tabii semtin yeni sakini için bütünüyle yabancı, bilinmez de olduğundan, tekinsiz bir mekân. Yaşadığımız şehirler, yerler… peyzajlar olarak ve toplumsal ilişkilerin fizikî ortamları olarak, bir tekinsizlik mekânı hüviyeti kazanıyorlar, değil mi?
Belleğin Girdapları’na tekinsizlik kavramı üzerinden bakınca gene bir iç dünya-dış dünya meselesi bulunduğunu düşündüm, ama buna girmeden kısa bir şey söylemek istiyorum. İnsanın kendi yazdığı kurmaca yapıtlar hakkında konuşmasında aldatıcı bir yan olabiliyor. Yayımlandıktan sonra bir bağlam dolayısıyla bir kitap hakkında sorulan soruya yanıt verildiğinde, okuyanlar yazarın o kitabı yazmadan önce ince ince bu meseleye kafa yorduğunu düşünebilirler. Oysa en azından benim için çok zaman böyle değil. Bir hikâyeyi yürütüyorum roman boyunca, elimin altında kavramlar değil, nereye varacağını tam kestiremediğim olaylar oluyor, yazarak onları takip ediyorum. Ne yalan söyleyeyim, Belleğin Girdapları’nı yazarken sanırım aklımdan hiç geçmeyen bir kavramdı tekinsizlik, ama şimdi senin sorun ışığında düşününce çok merkezi bir yeri olduğunu fark ediyorum. Roman için merkezi önemde olduğunu düşündüğüm bir sahne pekâlâ tekinsizlik olarak anılmaya hayli müsait. Hemen başlarda çocukken dedesiyle kış vakti köye gittiği gün, dedesini bir evin önünde beklerken içini kaplayan duygular sözünü ettiğim. Romanda bu duyguları adlandıramıyordu anlatıcı, “tanımlanamayan uçan duygu” gibi bir şey deyip makaraya alıyordu. O gün, dokuz on yaşlarındadır, tanıştığının ne olduğunu yıllar boyu sormuştur kendisine. Şöyle şeyler söyler: “Bir şeyler çekilip alınmıştı ansızın; dedem mi, bütün insanlar mı, bazı renkler ya da dünya mı? […] Yalnızlık mıydı tanıştığım o duvarın dibinde, yoksa dünyanın aynı kalmayacağının farkına mı varmıştım belli belirsiz?” Şimdi, düşünüyorum da, tekinsizlikle ya da dünyanın ya da yaşamanın tekinsizliğiyle ilk kez o gün karşılaşmış olabilir, konuştuklarımızın da etkisiyle bu sonuca varıyorum. Yıllar sonra benzer bir duvarla karşılaşması, o günkü o duyguyu hatırlaması Serpmetepe’ye çekilmesindeki etkenlerden de biridir, hatırlarsan. Şehrin merkezindeki hayatını terk edip oraya yerleşiyor, bir anlamda tekinsizliğe gidiyor. Ne ki tam olarak böyle mi, diye de sorulabilir; otuz küsur yıldır içinde/aralarında yaşadıkları, bildiği hayat, tanıdığı insanlar, belki de onlar zamanla daha tekinsiz gelmeye başlamıştı, bu yüzden gitti. Beri yandan, kendisi gibi olmayanların yanına gitmeyi seçtiği için, Serpmetepe hiç kuşkusuz tekinsiz bir yer onun için. Sohbetimizin başında tekinsizliği bir şeyin ne olduğunun belirsizleşmesiyle ilişkilendirmiştim. Senin Serpmetepe’yle ilgili hoş ifadelerin de bu belirsizliği, karşıtına dönüşmeyi, onu içinde barındırmayı ima ediyor. Hep “distopik” hem de “normal”, her ikisi de, hiçbiri de. Normal olmaktan büsbütün çıkmamış – ama çıkmış da; henüz distopya denecek gibi değil – ama öyle de!
İç dünya-dış dünya meselesine geleceğim, demiştim. Romandan bir başka alıntı yapacağım müsaadenle. “Yaban ya da yabancı değildim. Durumum, konumum başkaydı. Arada bir yer – onlardan olmadığım gibi büsbütün eloğlu da sayılmazdım. Bir şeyin kendi olmaktan çıkıp karşıtına dönüşme ânında donup kalmış gibiydim. Daha ilginci, aynısı onlar için de geçerliydi. Yaban ya da yabancı değillerdi bana. Onların şansı kalabalık olmalarıydı […] bir dönüşümün ortasında kalakaldıklarını unutturuyordu onlara.” Kendisiyle öbürleri, Serpmetepeliler arasındaki benzerliği vurguladığında, bir anlamda, iç dünyasıyla dış dünyanın da benzeştiğini, –baştaki tanıma aklımız kesiyorsa– her ikisinin de hiç tekin olmadığını söylemiş olmuyor mu?
Serpmetepe ya da benzeri yerlerdeki bir görüntü öteden beri şaşırtıcı gelir bana, caddedeki vitrinlerin ön yüzü cafcaflı, ışıltılıdır, dünya çapındaki markaların ışıklı tabelaları falan, hayli büyük boyutlarda dükkânların alınlığında boy sergilerler, ama binanın kalan kısmında, ön cepheden görülmeyen tarafında, belki duvarlarda sıva bile yoktur, ya da küf karası, su izleri, kir pas ürkütücü boyutlardadır. Şehrin mutena ya da mutenalaştırılmış yerlerinde de karşımıza çıkacak olan o tabelaya, logosuna, rengine çok aşinayızdır, ama o binanın bütününü görüş alanımıza alacak şekilde baktığımızda bir sahtelik hissederiz, sanki gerçek bir yerde değilizdir, gördüğümüz, bir sahne dekorunu andırır, kendimizi bir film platosunda hissederiz. “Her şey plastiktendi,” demeyiz belki, ama her şey kartondanmış diyebiliriz pekâlâ. Bir olmamışlık, tamamlanmamışlık hali de değildir gördüğümüz. Peki, bir dönüşümün ortasında kalakalmışlık mıdır? Belki. Olmamışın er geç olacağına inancımız yerinde duruyordur, tamamlanmamışın da nasıl tamamlanacağını tahayyül edebiliriz, ama öbür durumda görmekte olduğumuz ilanihaye öyle kalacak gibidir.
Bu kartondanmışlık hissinin Serpmetepe ve benzeri mekânlara özgü olmadığını, farklı tezahürlerinin mutena ya da mutenalaştırılmış yerlerde, yahut şehrin merkezi addettiğimiz muhitlerde de karşımıza çıkabileceğini eklemeliyim. Mesela yaşadığımız yerlerin çok hızlı değişmesi hissedilen tekinsizliği ciddi anlamda etkiliyor bence, koordinatımız hiç değişmediği halde, değil on, beş yıl önceki mahallede bile değiliz artık, orasının bize “ev” duygusu verme imkânı sonsuza dek yitmiş durumda – daha önce bu duyguyu yitirmemişsek. Tekinsizlik meselesi evi yitirmekle çok yakından ilgili görünüyor bana, tekinsizlik dendiğinde en önce aklımıza sürgünlerin, mültecilerin, yurtsuzların gelmesi bundan.
Sorundaki ince bir ayrıntı mühim görünüyor bana. “Toplumsal ilişkilerin fizikî mekânı.” Yaşadığımız yeri “ev”le, “yuva”yla ilişkilendirdim, ama şehir hayatından söz ediyorsak bir karşılaşmalar mekânından söz ediyoruzdur. Bu karşılaşma çok farklı biçimlerde gerçekleşir, selamlaşabiliriz, görmezden gelebiliriz, konuşabiliriz, beraber yürümeye devam edebiliriz bir süre – ya da birbirimize omuz atabilir, öbürünü taciz edebilir, dalaşabiliriz. Bu sonuncu ihtimal en önce aklımıza geliyorsa, çatışmak daha muhtemelse orada da bir tekinsizlik söz konusu. Çok zaman böyle bir ihtimali aklımıza düşüren geçmiş deneyimlerdir, eski çatışmalar, tacizlerdir, bunların zihnimizde yarattığı tekinsizlik algısının sürekli olarak güvenlik arayışını tetikleyip durmasıdır. Yaşanıp bitememiş olmasıdır geçmiştekilerin. Geçmişle şimdinin birbirlerini çağırdığı yer ve zamanda geçmiş de, şimdi de bildiğimiz anlamında olamıyor, her ikisi de amorflaşıyor, birbirinin yerine geçebiliyor, tekinsiz bir döngüsellik belki de bu. Şunu demeye çalışıyorum. Mekânları bizim için tekinsiz kılan şeyler sadece şimdide olup bitenler değil, geçmiştekiler de etkili. Güvenlikli sitelerin yeğlenmesi de eski/yeni birçok karşılaşmanın yaşanmayacağı umudu, benzerleri arasında sözümona bir ilişki ve/veya etkileşimle gündelik hayatı sürdürmek daha tekin görünüyor çoklarına.
Bu söyleşinin yer alacağı dosya “Tekinsiz ve tuhaf,” üzerine. Bu iki kavramı alâkalı, etkileşimli ele alıyor. Buna ne dersin: tuhaf’la tekinsiz’in ilişkisini nasıl kurarsın – veya belki bunları nasıl ayrıştırırsın? Edebiyatta bunu nasıl düşünürsün?
“Tuhaf” tuhaf bir kelime, sıkça kullandığımız ama ne anlama geldiğini sanırım pek düşünmediğimiz – benim açımdan öyle hiç değilse. Sorduğun bu soruya kafa yorduğumda “tuhaf”ı sadece “tekinsiz”le değil, yakın anlamdaki başka kelimelerle de ayrıştırmak gerektiği kanaatine vardım. Eşanlamlısı sayılabilecek, “acayip”, “garip” gibi kelimeler değil de, “aykırı”, “sıradışı”, “gizemli”, “saçma”, “olağanüstü”, “doğaüstü” gibi kelimelerle. TDK, “tuhaf”ı tanımlarken iki durumu öne çıkarıyor, alışılmamışlık ve şaşırtıcılık. Tuhaf karşısındaki tepkimizi güzel ifade eden bir kelime var bence, yadırgamak. Bir nedenle bize yadırgatıcı gelen şeyleri tuhaf diye nitelendiriyoruz sanırım. Aykırı, sıradışı, doğaüstü bulduğumuz şeyler de bizi yadırgatır, ama onlara verdiğimiz tepki farklıymış gibi görünüyor bana. Aykırı olanı karşıtıyla norma uygun olanıyla tanımlamak mümkün mesela, sıradışıyla doğaüstünü de… Tuhafı tanımlamak için elimizin altında bir karşıtı yok oysa (çok totolojik olacak ve bize bir şey demeyecek “tuhaf olmayan” dışında). Yadırgamanın yanı sıra tuhaf olan bize biraz da ele avuca gelmez görünür, kuşatabilmek için gerekli, yeterli alet edevatımız olmadığına kani olduğumuzda “tuhaf” deriz. Sanırım saydığım komşu kelimeler arasında “tuhaf”a en yakın olan “saçma”. Saçmayı da çözümlemek mümkün değil, o da çözümlenemediği, anlaşılamadığı için saçmadır, bir şeyi saçma olarak kuran, adlandıran benzer bir imkânsızlık. Fakat gene de bir ince fark varmış gibi hissediyorum: Bir şeyi saçma bulduğumuzda peşinden ilerleyebileceğimiz bir tutarsızlık, bir yakışıksızlık ve buna doğru sezgisel de olsa elimizi uzatabileceğimiz bir şeyler var sanki. Gizemin çözüleceğine, sır perdesinin aralanacağına dair imkân ve ihtimalleri de yok saymayız; hatta doğaüstü olduğunu düşündüğümüz bir deneyim için dahi doğaüstü güçler atfedilen birilerinden, bir şeylerden, adaklardan, kurbanlardan vs yardım alma ihtimali geçebilir aklımızdan, ama tuhaf karşısında öyle değil, burada maça yenik başlıyoruz. Bana öyle geliyor ki, bir şeyden “tuhaf” diye söz ettiğimizde, ne kadar çabalarsak çabalayalım, onu büsbütün kavrama imkânımız bulunmadığını itiraf ediyoruz. Bu yanıyla da “tekinsiz”le de ayrıştırmak mümkün sanki. “Tekinsiz”in de karşıtı var, “tekin.” Tuhaf için önerebileceğimiz bir referansımız mevcut değil, bir karşıtı ya da onu alt edecek bir yöntem, kuram bulunuyorsa, o artık bizim için “tuhaf” olmaktan çıkar bence, şaşırtıcıdır, yadırgatıcıdır, ama “tuhaf” kelimesini –düşündüğüm (belki de kurup uydurduğum) anlamda– hak eden bir durum yoktur. Edebiyatı, işte tam burada düşünüyorum, yenilgiyi kabul ettiğimiz bir müsabakada bize “onurlu yenilgi” imkânını edebiyat sunar. Tuhaf olanı bize büsbütün izah etmez, açımlamaz, belki parçalarına ayırır, ne ki peşinden toparlamaz, peki, ne yapar? Onu hikâyelerle dürtüp yoklar. Bir şeye, bir hâle tuhaf demişsek, bu, ona karşı kayıtsız kalmadığımızın, anlık da olsa, onun bize tuhaf gelen yanının ne olduğunu bilmek istediğimizin ifadesidir. Tuhaf dediğimizde çok zaman neyi tuhaf bulduğumuzun bile farkında olmayabiliriz, neyi yadırgadığımızı bilmeden bir şeyi yadırgarız, bunun ne olduğunu anlama çabası onunla ilişki kurmamıza neden olur. Ondan bize doğru ışıyan hikâyelerin peşine düşeriz ya da ona hikâyeler yakıştırırız, ne olması gerekirken olmamış, neresi pot yapmıştır da biz onu tuhaf bulmuşuzdur. Hikâyenin doğduğu yer tuhaflıklar, demek çok mu abartılı olacak, bilmiyorum, ama öykü türüyle tuhaf olan arasında bir bağ bulunduğunu zannediyorum. Şu her şeyin açık edilmediği öykülerde, okuduktan sonra başa dönüp yeniden okumak istediğimiz metinlerde, ilk okumada bize ışımayan bir hikâyeyi bu sefer yakalar mıyız umudu, beklentisi var. Birçok ânın içinde bir an bir öyküde anlatılmak üzere seçilmişse, burada çok zaman tuhaflık da diyebileceğimiz, ya da buna yakın bir hal söz konusudur, her şeyin olağan akıp gittiği bir süreçte bir pürüz, bir pütür, bir kekrelik, bir pot – belli belirsiz göze ilişen, belki yazarın da ne olduğunu anlatmak için bir hikâye yakıştırdığı. Bütün tuhaflıklar illa edebî heyecan uyandırır demek istemiyorum, ama kimi tuhaflıklarla edebiyat arasında bir etkileşim olduğunu düşünüyorum. Her edebiyatçı aynı tür tuhaflıklardan bu heyecanı duymaz, ya da orada ışıyan hikâyeyi görmez, görmek istemez. Buradan yola çıkarak hangi edebiyatçının ne tür tuhaflıkların peşine düştüğüne bakarak onların edebiyatlarını, tarzlarını, bakış açılarını kavramak için ipuçları derleyebilirmişiz gibi göründü şimdi bana. Edebiyatla tuhaf olan arasında bir ilişki biçimi daha var. Bunun da, son tahlilde, anlama, kuşatma arzusuna denk düştüğü düşünmek mümkün, ama burada peşinden gidilen hikâye değil, o tuhaflığın ifade edilişi, görülenin, sezilenin, tuhaf bulunanın dile tercüme edilişi. Gündelik dilimizden farklı bir dile, edebî dile tercüme etmek, o tuhaflığı, hayalle, imgeyle, başka tuhaflıklarla, başka bilinmezliklerle tokuşturmak, yan yana getirmek, konuşturmak… Nişanyan Sözlük’te “tuhaf”ın Arapçada “hediye”nin çoğulu olduğunu okudum, “tuhafiyeci” de buradan geliyormuş – pek çoğumuz çocukken oralarda tuhaf şeyler satıldığını zannetmemiş miyizdir? “Hediyeler”in nasıl olup da “acayip”, “garabet” gibi anlamlara dönüştüğünü bilmiyorum, ama bunun da bir hikâyesi olsa gerektir, “tuhaf” bir hikâyesi. Tuhaf ve tekinsiz bir arada olabileceği gibi, olmayabilirler de, bize tuhaf gelen her şey tekinsizlik duygusu vermez, bu da ilginç göründü şimdi bana. Garipsediğimiz ama ürkmediğimiz bir şeyler yok mu? Oysa yaptığım anlamlandırma çabası içerisinde, bizim için anlaşılması daha da güç hatta imkânsız olanın tekinsiz değil tuhaf olduğu sonucuna varıyorum. Bu ayrım bize tekinsiz konusunda bir şey söylüyor olmasın? Tekinsizin içinde bir tehdit var, tekinsiz olan yadırgadığımız bir şey değil, ürktüğümüz bir şey. Dediğim gibi aynı anda hem yadırgamak hem de ürkmek mümkün, demek tuhaf ile teki