Turuncunun Kıvamı: Ritalin’siz okumalar - Cengiz Alkan K24

“Disiplinlerarası”, alan açan, olanakları artıran, bir şeye vâkıf olmak gibi bir derdimiz varsa farklı veçhelerini görebilmemizi sağlayan yanıyla ne kadar da faydalı bir hamle! Edebiyat-müzik, müzik-resim, resim-felsefe… Edebiyat-müzik-resim… Edebiyat, müzik, resim, felsefe…
Zor ama… Nasıl yapılır, bir fikrim yok ama “olmamış” dedirten o kadar çok metinle karşılaşıyoruz ki, doğru bir yol olmasa da negatifinden anlamaya çalışıyoruz çoğu zaman: Olmamış, çünkü… “Çünkü”yü de söylemiyorsak, en hafif tabirle huysuzluk yapıyoruz demektir.
O zaman öbür uca dönüyoruz: Ayırt edici özellik… Romanın ayırt edici özellikleri. Özü değil de diğer kurmacalardan farklı kılan yanı. Bir adım daha gidip en uçtan bir yerden söylersek filme çekilemeyen –triptik de en düz haliyle kurguysa eğer, resmedilemeyen, seslendirilemeyen– sadece sözcüklerle, cümlelerle, paragraflarla yani harflerle kendini ifade eden şey.
İyi romanlarda böyle bir yan var gibi: O etkiyi ancak yazılı bir metin oldukları için yaratabilmeleri.
Turuncunun Kıvamı biraz böyle bir metin; hani filme çekseniz kötü bir “sanat filmi” kıvamında olacak romanlardan. İşsiz güçsüz, mümkünse paradan puldan bağımsız, dünya yıkılsa da okurum diyen, okuyabilen ‘tuzu kuru’ okurlar için yazılmış, zaman ve emek talep eden, kurmacamı kurcala diyen bir roman. Yani yanlış zamanda yazılmış, gecikmiş bir roman.
Şöyle düşündüm: Behçet Çelik’in ilk romanı olsaydı Turuncunun Kıvamı, ne olurdu? Edebiyat dünyasına bomba gibi düşerdi diyemem, o kadarını bilemiyorum ama parça tesirli bir metin niteliğiyle imha ekibinin incelemesini haiz olurdu sanki. İhya ekibi bakmazdı muhtemelen, şimdi olduğu gibi.
Biri dedi ki: “Anlatıcı kim, onu anlamadım. Sonra Arzu’nun tam olarak derdi ne, onu da anlamadım?” Eee, yazar bir miktar belirsizlik bırakacak, düz düz her şeyi anlayacaksak edebiyat nasıl olacak; elektrikli ev aleti kılavuzu mu bu! Değil tabii, haklı; “Bu soru doğru soru değil” değil, haklı soru. Değil Turuncu’da, herhangi bir romanda bu soruları sormak, yanıtlar bulmak, başka sorularla tokuşturup başka yanıtları duymak iyi okur olmanın pedagojisine dair zaten. Ama işte zaman yok, tuzumuz da o kadar kuru değil.
Ben de anlamadım bilmem kaç sayfaya gelene kadar, anlatıcı kim. Anlayınca tabii daha keyifli oluyor, vayyy diyorsun. Vallahi billahi en mühim derdini bile anlamadığım romanlar oldu. Çok olmadı ama oldu. Anlamadan sevmek dediğimiz şey bu herhalde.
“Anlamak”, hâşâ, küçümsenecek bir boyut değil ama bırakın bir romanı, felsefi bir metni bile anlamak üzerinden mi okuruz sadece? Wittgenstein’ı okumuştum (Tractatus değil, Felsefi Soruşturmalar); öyle gençken falan da değil, 30’lu yaşlarımda. Kimi altını çizdiğim yerleri bile yanlış anladığımı fark etmiştim daha sonra. Bir ay boyunca şişirmiştim kendimi Wittgenstein’la. Çok şişince patlarsınız, ayarı tutturamazsanız; kararında şişince de ufaktan yerçekiminden kurtulup her şeye yukarıdan bir yerden bakarsınız. Mesele yukarıdan bakınca her şeyin küçüldüğüne mi odaklandığınız, yoksa GPS olmadan bir haritada yol bulma ihtimalinize mi… Böyle olmuştu Felsefi Soruşturmalar’ın etkisi.
Başka biri, “Şimdi biraz trend oldu başkarakterin kadın olması, bilemedim yani…” demişti yarım bıraktığı romandaki Arzu karakterinden hazzetmediğini itiraf ederek. Yanlış anlaşılmasın, ben de hazzetmedim Arzu’dan, arkadaşım olsun istemem. Kasıt şu: Kürtler bir şeyler yapıyorsa Kürtlü romandan, kadınlar bir şey yapıyorsa kadınlı romandan ve hatta Spinoza trend olduysa “neşe”den hazzetmemek. Bunu geçelim.
Diğer uçta da “Erkekler kadın karakter yaratmayı kadın yazarlara bıraksa artık” vardı. Diğeri neyse de bu pek tuhaf gelmişti bana. Feminizme dair öğrendiğimiz kesin bilgi şu ki, feministlerin bilmediği ve işlerine yarayacak bir şey söylemeyeceksek, en azından aile terbiyesi almış insanlar olarak gereksiz laf kalabalığı yapmamak. E bir de kurgusal bir metin oluşturuyorsak hiç olmazsa başlangıç olarak, pipisi olanlarla olmayanların bir dengesini tutturmak.
Bu kadın karakter ne yapıyor, erkek imgelemindeki bir kadın stereotipi mi sorularına gelmeden, erkekler kadın karakteri kadınlara bıraksın demek pek manalı değil.
Bir de “güzel yazılmış”tan kaynaklı pek tutmama hali var. İşte, Tanpınar da güzel yazıyormuş ama ırkçıymış. Irkçılığını ya da tatlı muhafazakârlığını askıya alıp Tanpınar’a dair bir şeyler söylemek eksik olur, hiçbir şey değilse bile Suat’ın niye öyle karikatür bir tip olarak çizildiğini anlamamızı zorlaştırır. Ama güzel…
Her koşulda, “Ben güzele güzel demem…” hasedi var denemez belki ama güzel yazılmışsa ne iyi!
Bir başına kaldı Kenan masada. Kalkmayacağını, daha oturacağını söylediğinde, garson ses etmedi; ‘Abi sen neyse de oturduğun iskemle çürür çok ıslanırsa’ demedi. (s. 41)
Ne güzel!
“İşte bu duyguyu ben de yaşadım” değil de, dünyanın bütün garsonları bu duyguyu yaşatır diye düşünmüştüm. Yok, gerçek garsonlar değil, roman garsonları… Galiba roman okurken hep bunu bekleriz: Dünyanın bütün balinaları zıpkını yiyince böyle acı çeker. Ne güzel:
Bir koşu bitmiş sanki, demiş miydim bunu da, son ıslak köşesi de kurumuş balkona asılı mendilin; dünya aynı, Arzu aynı. Değişen ne? Işık artmadı, bulut geçmedi, gölgeler bile aynı.Peki, ne oldu? Uyanmak gibi, uykudan düşmek ya da uyanıklığa, attığı adımla yer çökmediyse de öyle bir şey, sallantılı bir tabaka yuvasını buldu – hangisiydi, bir âna saklanıp sığınmış bekleyen, sanırsın sonsuzca.” (s. 22)
Ne güzel. Bu cümlelerin altını çizip yanına “işçilik ve ritim” yazmışım.
Kenan Evren’in resimleri vardı, kötü ama benim yaptıklarımdan iyi. Adam uğraşmış, sebat etmiş, belki kurs falan almış. Rosa Bonheur’ün hayvan resimleri var, sıkıcı ama ressamın pantolonuna bulaşan çamuru hissediyorsunuz. Ama mesele emeğe saygı değil, o çamuru bana niye bulaştırdın be ey ressam!
“… Attığı adımla yer çökmediyse de öyle bir şey…” (s. 22) yazdı ama beğenmedi ve sildi. Bilgisayarın başından kalkıp kitaplıktan bir kitap aldı, karıştırdı. Bir sigara yaktı ve tekrar bilgisayarın başına oturdu. “Yok,” dedi, “bu iyi, böyle kalsın.” Sonraki cümle gelmedi bir türlü; uzun süre Word’le bakıştılar, platonik bakışmalar…
Birlikte yazıyoruz ya da Times New Roman oluyoruz. Böyle bir şey gibi, yazarın ritmiyle okumak, o işçiliğin inceliğini duyumsamak. Metnin tamamını kateder mi bu, sanmam, zor iş ama “İşte bunun için okudum seni” deme lüksümüz varsa, olmasa da paramız. Ona rağmen kuruysa tuzumuz, evet, Turuncu güzel yazılmış.
Raskolnikov 19. yüzyılı kendinde billurlaştırmış, yaşadığı zamanı kurguda temsil eden bir roman kahramanı mıdır? Sanmam ama Raskolnikov 19. yüzyıldır. Belki de 20. yüzyıl ve hatta günümüzdür; bizimle ve bu zamandadır. Biraz da bu yüzden hâlâ Suç ve Ceza’yı okuyoruz.
Arzu’dan ya da Kenan’dan bir Raskolnikov çıkar mı? Çıkmaz. Dostoyevski’nin, Nietzsche’nin geleceğe yazıyor olma lüksü vardı, bugün hiçbir yazarın sahip olmadığı bir lüks. ‘70’lerde Punklar duvarlara “No future” yazıyordu büyük bir öngörüyle. Artık kimse bunu demiyor, söylemeye bile gerek görmüyor, öyle yaşıyorlar. Kim kızabilir ki buna? Geleceksizliğin içine doğmuş edebiyat okurundan biraz daha sebatı, biraz daha sabrı kim bekleyebilir ki? E o zaman dikkat süresini kısa tutan metinler yazsın yazarlar. Uzun cümle kurmasınlar. Betimlemeye zaten gerek yok, evi görmeden videolarına bakıp kiralayabiliyorsak bulutu ha gökte anlatmışsın ha kovada; uzatma, sonuçta hepimiz DEHB/ADHD’liyiz, yorma bizi.
Behçet Çelik okuruna Ritalin veren yazarlardan değil; biraz eski moda bir yazar. Yani yazarken önce okurunu düşünmeyen, başka türlüsünü yapamadığı için, yazmanın kendisi olmanın ayrılmaz bir parçası olduğu, o malum ifadeyle “yazmasa yaşayamayacak” olan; yaşamın bir yerde, yazmanın öte tarafta bir şey olmadığını, yazmanın yaşama içkin bir yapma edimi olduğunu, yani “zorunluluk”tan yazdığını hissettiren yazarlardan.
“Amacımızın bir resmi tamamlamak mı, tamamlanmış bir resmi anlatmak mı olduğuna karar veremiyorum” diyor Turuncu’da. Böyle bir ikilem olduğunu sanmıyorum; hem o hem o… Ve asıl mesele o resmi “yapma”ya cüret etmek. O romanı yazmaya, onu okumaya, onun üzerine konuşmaya cüret etmek…
Okumak edilgin bir faaliyet değildir, yapılan bir şeydir ve her şey gibi o da emek ister yani; evet, emeğe saygı. Aferin bana.
K24'te yayınlanmıştır
Komentáře