Taptaze Bir Dil - Ömer Erdem
Evin buzdolabı gibidir Behçet Çelik’in öyküleri. Buzdolabının öyküsünü yazmaz. Buzdolabı ile ev arasındaki trafikle de ilgilenmez. Nasıl olup da buzdolabının hep olduğu ve buzdolabını açıp kapamanın bitmediğidir onu asıl ilgilendiren. İtici, sıfatın çağrışımıyla soğuk bir şey değildir üstelik bu buzdolabı. Hayatın, yaşama adına koruma altına alındığı, dahası insanların bunu bilmeden yapıyor olmalarıdır. O yüzden bilmek istemez bu öyküler. Merakın karanlığında, söneceğini bile bile elindeki meşaleyle rüzgâra karşı yürümez. Kelimenin tam anlamıyla nötürdür, insan karşısında. Onu görüyor olmak ve gördüğünü duyabilmek yeter ona. Öyle ya zaten ‘insan kendi gözünü göremiyor.’ Yaşasa da yaşamasa da, görse de görmese de…
Onu bilirim onu söylerim. Bir ülkenin edebiyatının asıl varlığı hikâye ve şiirde toplanır. Orada birikir. Hatta oradan doğar. Romana karşı değilim. Roman salgınına söyleyecek sözüm de yok. Roman çağını belki asıl şimdi yeniden keşfedeceğiz. Eğer bu keşif başarıya ulaşırsa, bu hay huy, bu fırtına, bu hasatın sonu gerçek romancılar bırakacak olursa arkasında, asıl edebiyattan çok tarih ilgi gösterecektir buna. Olgu ile olay arasındaki temel salınım, dile, insana, düşünceye ve kimliğe yansıyabilir, sıçrayabilirse ne ala. Zaten şaşıracak bir şey yok. Romanın güncelliği ile hikaye ve şiirin güncelliği farklı kategorilere oturur hatta seslenirler ontolojik olarak. Bu bağlamda, öykü bizde daha şanslı oldu, şanslı görünüyor hala şiire nazaran. Hem okunur olma bakımından hem de doğru düzlemde konuşuluyor olma bağlamında. Belki bu öykücülerimiz arasından romana geçenler olacak. Bu da ayrı bir umut noktası. İşte Behçet Çelik hem bu çağrışımı yapabilen hem de bu çağrışımın içini doldurabilen öykücülerimizden birisi. Bu yıl Haldun Taner ödülüyle değerlendirilmesi onun adına uzun vadeli beklentilerin adı diye de okunmalı. Gerçekçi öykü, her ne kadar esasta kurmacaya dayansa bile, kurmaca halıdaki ilmik gibi kendisini gizler, büyük parçanın varlığı olur. Diken Ucu’nu kuran öykülerin hızı, ağır aksak, öykü kahramanlarının ısrarla mırıldandıkları gibi sonsuz şekilde birbirine benzeye benzeye ilerler. O yüzden ‘bu sabah anladım ki sonsuz bir şimdiymiş zaman’ cümlesini okuduğumuzda şaşırmayız. Şimdi, çekim merkezidir, anıları, arzuları, saçmalıkları, sıkıntıları etrafında toplar. Yer yer onları bürür, şefkatle saklamaya alır. ‘Yılların, yerlerin, gelenlerle gidenlerin farkı yoktur’ çünkü burada. Sadece buzdolabı sonsuza kadar çalışır. Gece yarısı ağır hırıltısıyla mutfağı, evi dolanır. Öyküyü kuran zihin kadar öyküyü yaşayan özne de derin bir ayrım içindedir. Maya tutmamıştır. ‘Hangi günün öncekinden farkı vardır’ aydınlanmasına uğrayıvermişlerdir aslında. Çünkü onlar içlerinde; ‘şu lacivert denize bakın, efendiler, dikkatle bakın, hiçbir şey düşünmeden, bu manzarayı gören kelepir bir arsa kapatmayı falan geçirmeden aklınızdan, bakın, nasıl da eşitiz karşısında değil mi’ demek isteyen, fakat bir anlamsızlık dumanına kapılmamak adına susanlardır da. ‘Zaman sadece acının mı, bazen deliliğin de ilacıdır’ diye düşünürler.
Behçet Çelik’in öykülerinde; hayat, çok doğal olarak hayat, iki ayrı yöne dönüveriyorlar. Kişilerin, dışarıda akıp giden hayatla içeride akıp gidemeyen hayat arasındaki durumları öne çıkıyor. Her şey bir ana doğru akıyor sanki. O an geldikten sonra da çatallanma, insanın içini kemiren külleniş kaçınılmaz oluyor. "Tutmayan Maya", "Dolabın Kapağı", "Gecede Tuhaf Gölge" ve "Diken Ucu" öykülerinde dil sarmalanışları iç ve dış akışkanlıkla daha bir pekişiyor. "Dolabın Kapağı" öyküsüyle ayrıca özel bir anlatım dili de yakalıyor Çelik. Dirimli, taptaze bir dil.
Hayatı yaşamak için çok özel gayret göstermeyen, su gibi akışının bile ayırdına varmayan insanları öykülerini yazmak o kadar kolay olmasa gerek. Özel kimlikleri yoktur bu insanların. Arayıp soranları. Çok büyük soruları ve sorunları da yoktur. Dünya sanki doğuştan sırtlarındadır onların. Biraz daha rahat nefes alabilmek için yaşarlar. Ve tuhaftır sessizce de başarırlar bunu. Derin zihin ağrılarının, süslenip püslenmiş sosyal çatışmaların içinden değil kendi gerçeklerinin pencerelerinden bakarlar. Dilini anlamadığınız, görüntülerini ve oyuncularını ilk kez gördüğünüz bir filmi sıkılmadan merakla izlemeyi sürdürmek gibidir bu öyküleri okumak. Bir şey vaat etmezler belki ama öykü katında olduklarını hissetmeniz, işte onların asıl değeri burada saklıdır. Belki okuyup geçersiniz, sonra birden fark edersiniz ki kim diye sorduğunuz gölgelerden birisi çoktan sizinmiş.
Radikal Kitap, 18 Kasım 2011
Comments