top of page

SÖYLEŞİ: Sahici Olanın Peşinden Gitmek - Nalan Barbarosoğlu




Behçet Çelik yeni romanını Soluk Bir An'da duru ve sakin diliyle geçişken duygularla bezeli karmaşık bir iç yaşantıyı görünür kılıyor. Yazarla romanında görünenleri ve merak ettiklerimi konuşmak istedim.

Soluk Bir An’da roman daha başlamadan Baudelaire’in Paris Sıkıntısı’ndan (Tahsil Yücel çevirisi) bir alıntı yer alıyor. O alıntıda Baudelaire “zamanın korkunç ağırlığı”ndan söz ediyor... Sence nedir genelde zamanın, özelde zamanımızın korkunç ağırlığı?

Zamanın korkunç ağırlığı dendiğinde, ilk olarak geçiciliğimiz ve bize ayrılan zamanın sınırlılığı geliyor aklıma, peşi sıra da bu geçicilikle ve sınırlılıkla taban tabana zıt bir hayat sürmekte olmamıza karşın kılımızı kıpırdatamamamız. Zamanın üzerimizdeki ağırlığını bir parça olsun hafifletebilmemize, kılımızı kıpırdatmamıza engel olan bütün ağırlıklarımız da “zamanımızın korkunç ağırlığı” ya da “zamane ağırlıklarımız” olarak adlandırılabilir. Varlıklarını unutup giderek doğal karşıladığımız, başka türlüsü olmazmış sandığımız bu zamane ağırlıklarını bize hatırlatan da çok zaman edebiyat oluyor.

Zamanın ağırlığına karşı yapabileceğimiz bir şey yok, zaman geçiyor ve geçecek; ama zamane ağırlıklarının farkına vardığımızda bize ayrılan zamanın hakkını vermemiz mümkün olabilir. Bunu başarabilirsek, zamanın geçişi, hızı, üzerimizde bir ağırlık olmaktan çıkacak, sırtımız, belimiz çökmeyecek, aksine yaşadığımızı, soluk alıp verdiğimizi fark edip yaşama sevinci duyacağız.

Aynı metinde “zamanın inim inim köleleri olmamak”tan da söz ediliyor. Evet, bunu da sormak istiyorum... Kimdir bu zamana boyun eğmişler? Zamanın baskısı altında inim inim inleyecek kadar ezilen köleler kimlerdir sence?

Baudelaire’den kopya çekerek yanıt vermeye çalışacağım müsaadenle. “Zamanın inim inim inleten köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına!.. Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz…” diyor aynı şiirde. Bu anlamda sarhoş olamadığımız anlarda hepimiz aslında zamanın inlettiği köleleriz. Kendimizi dünyanın işleyiş biçimine, hâkim ideolojilerin bize biçtiği rollere, kurallara fazlasıyla kaptırdığımızda, bizden önce belirlenmiş yollardan yürümek dışındaki seçenekleri uçuk, hayalperest, serserice (“sarhoş”lara özgü) gördüğümüzde köleliğimizi içselleştirmiş oluyoruz. Ayaklarımızı yerden keserek zamanın ağırlığından bizi kurtarırken, bir yandan da kendi ağırlığımızın farkına varmamızı sağlayacak uğraşlarımız olmalı. Çoğu zaman kendi ağırlığımız sandığımız yükleri sırtımıza sistem, gelenekler, aile, toplumsal değerler, kısaca başkaları yüklemiş oluyor, ama biz zamanla kendi ağırlığımız sanmaya başlıyoruz onları. Bu durum işimize de geliyor bence. Kendi ağırlığımızı fark etmek her zaman sorunsuz değildir; başka yükleri, başkalarını suçlayıp kendi sorumluluğumuzu görmemeyi başaran da biziz. Sarhoşluk çok kez hafiflemek biçiminde tanımlanır, oysa kendi ağırlığımızın farkına varmak da bir sarhoşluktur, bizi yükseltir, farkına varmadan önceki benliğimizden farklı bir ritimle salınırız öyle anlarda. Baudelaire’in saydıklarına şaraba, şiire ve erdeme aşk da eklenebilir mi? Soluk Bir An’ı biraz da bu sorunun peşinden giderek yazdığım için bu şiiri kitabın başına aldığımı da ekleyeyim.

Romanın Taner’in Esra’ya âşık olmasıyla başlıyor ve bu aşkın bitişiyle de son buluyor. Biliyorum ‘aşk kategorize edilebilir mi, birtakım kavramların içine sıkıştırılır mı?’ diyeceksin ama romanın ruhuna adım atmak ya da bir kapı açmak için sormak istiyorum: Taner’in aşkı sence platonik bir aşk mı, yoksa konformist bir aşk mı?

Daha öncesinde, “Aşk mı?” diye de sorulabilir. Özellikle konformist ise aşk denebilir mi? Önceki soruya verdiğim yanıttan sürdürürsem, ayağımızı yerden kesiyorsa, zamanın ağırlığını azaltırken kendi ağırlığımızın farkına varmamızı sağlıyorsa aşktır. Dışarıdan bakıldığında Taner’in aşkı konformist; o da farkında bunun, hayatında hiçbir şeyi değiştirmeden sürdürebileceği bir aşk olduğunu düşünüyor – bundan hem hoşnut hem rahatsız. Sürer mi, sürmez mi, o ayrı, ama öyle olacağını sanmasına imkân veren şeyler var. Aşk mı sorusunu o da soruyor sürekli olarak. Öte yandan giderek artan iç huzursuzluğunu düşünürsek konformist demek haksızlık olur sanki!

Soluk Bir An, bir aşk romanı olmasına karşın, önümüze büyük bir “ama” da koyan bir roman. Çünkü alıştığımız ya da bildiğimiz aşk romanı kalıplarının dışında gelişiyor. Evet, herkes aşkı kendi meşrebine göre yaşar, yaşamasına da... Taner’in yaşadığı aşktan Taner dışında kimsenin haberi yok. (Son yıllarda televizyon programlarına ve sosyal paylaşım sitelerine bakarak ne kadar gösterişçi ve mahremiyetten uzak yaşadığımız düşünülürse bir de.) Hatta bunu âşık olduğu kadın bile bilmiyor. Ve bu aşk Taner’in kendini didik etmesine, hatta kimi yerlerde hoyratça hırpalamasına da yol açıyor. Taner ve yaşadığı aşk nasıl şekillendi sende?.. Nerelerden geçerken ya da nerelere / nelere bakarken yazmaya başladın Soluk Bir An’ı?

Taner gibi birini yazmak epeydir aklımdaydı, galiba onun âşık olması halinde neler olacağı, bunu nasıl yaşayacağı sorusu romanın ilk kıvılcımı oldu. Dışarıya sunduğumuz görüntüyle içerimizde olan bitenler arasındaki mesafe epey bir zamandır üzerinde odaklandığım bir konu. Bu mesafe sabit değil, uzayıp kısalıyor. Her an, her olayda farklı bir mesafe ortaya çıkıyor. Bu mesafelerin peşinden gitmek için Taner gibi bir roman kişisinin kendi başına aşk yaşayıp dışarıya hiçbir şey olmuyormuş gibi görüntü vermesi fikri bana cazip geldi.

Taner’in duyduğu aşk, kendisiyle olan ilişkideki mesafeyi doğal olarak ortadan kaldırıyor. Ama bu mesafe ortadan kalktığında, kabaca “uzlaşma” adını verebileceğimiz hayatındaki dayanak noktaları da yıkılıyor ve yine neredeyse özkıyım diyebileceğimiz bir özeleştiri mekanizması geliştiriyor Taner. Ve bu tutum giderek bir toplum eleştirisini de kendine katıyor. Taner’in bu tutumu, tasarladığın bir gelişme miydi? Tasarladıysan, nelerden rahatsızlık duyarak tasarladın bu sarmal gelişmeyi?

Bu sarmalı ben bu kadar net ifade edemezdim doğrusu. Yazmaya başlarken Taner’in giderek neler yapacağını, yapamayacağını, hissedeceğini seziyordum ama olup bitecekleri baştan planlayarak (“taammüden”) yazmadım. Yazdıkça gelişti diyebilirim. Taner’in aşkını kimseye sezdirmemeye özen göstererek yaşama çabası da onun kendince kurguladığı bir uzlaşma. Ne var ki bu uzlaşmanın ağırlığı nedeniyle kendisini didikledikçe önceki uzlaşmalarının farkına varmaması da kaçınılmazdı. Kendimizden söz ederken sayıp döktüklerimiz bizimle doğuştan gelen özelliklerimiz değil; yaşadıkça, her an, taş üstüne taş koyar gibi benliğimizi, kişiliğimizi çatıyoruz. Üst üste koyduklarımız arasında uzlaşmalarımız da var elbette. Uzlaşmalarımızı didiklemeye başlayınca uzlaştığımız ya da uzlaştığımızı düşündüğümüz toplumla, toplumsal hayata hâkim değerlerle, yaşama biçimleriyle yüzleşmek, çatışmak kaçınılmaz oluyor.

Nelerden rahatsızlık duyarak yazdığımı soruyorsun. En önce kendi uzlaşmalarım... Dolayısıyla böylesi uzlaşmalar yapmak zorunda bırakıldığımız toplumsal düzenden, kurallardan duyduğum rahatsızlık. Üzerimize giymemiz gereken roller, bizi biz olmaktan çıkartan bütün hallerimiz, yapmak istediklerimize ayıramadığımız zamanlarda yapmak zorunda olduklarımız… Bütün bunların farkındayken köklü değişikliklere kalkışmamıza engel olan güvensizlik duygularımızın her an perçinlendiği bir toplumda yaşıyoruz. “An’ı yaşamak” deyip duruyoruz, bununla kast ettiğimizin tam tersine “an’ı kurtarmak”la yetinmemiz isteniyor. Geleceğe güvenle bakmak pek mümkün değil. Savaşlar, ekonomik krizler, iklim değişikliği… Yine de bütün bu krizler, daha önceki uzlaşmalarımızın da pek hayırlı olmadığını, geleceğe güvenle baktığımızı sandığımız zamanlarda da kendimizi aldattığımızı, bütün bunlardaki kendi sorumluluğumuzu fark etmemizi sağlıyor. En azından bunları görme potansiyeli barındırıyor.

Soluk Bir An’a baktığımızda aşk burada sanki diğer bir yandan da basınç işlevi kazanıyor ve Taner’i kendi içinde yaşadığı hayatı başka bir perspektiften sorgulamaya zorluyor. Aynı işlevi bir önceki romanın Dünyanın Uğultusu’nda “işsizlik” görmüştü. Bu açıdan baktığımızda insanın kendisiyle yüzleşebilmesi için ya da kendine ayna tutabilmesi için “işsizlik” gibi dışardan, “aşk” gibi içerden bir baskıya ihtiyaç duyduğunu düşünüyor olabilir misin? Herhangi bir baskı duymadan düşünme ve eleştiri ya da özeleştiri geliştirmek mümkün değil mi?

Yaşamak dururken insan neden düşünsün? Bir rahatsızlık duymalı bence yapageldiklerini yapmayı bırakıp başka türlü nasıl olur, ben nasıl olurum, dünya nasıl olabilir, diye sorması için. Elbette bir vesile olmaksızın da bu konulara kafa yoranlar, yanıtlar arayan, bulanlar var, ama edebiyat iç baskı ile dış baskının karşılıklı etkileşiminin peşinden gitmek için bize imkânlar sunuyor gibi geliyor bana. İçeriden bize baskı yapan şey, diyelim aşk, sadece kendimizi değil, az önce konuştuk, dışarısını sorgulamayı da zorunlu kılıyor. Aynı şekilde işsizlik nedeniyle bunaldığımızda sadece kapitalizmin krizini tartışmıyoruz içimizde, ister istemez kendi hayatımızı, uzlaşmalarımızı vs de gözden geçiriyoruz. Edebiyatın sosyal bilimlere göre böyle bir avantajı var sanki. İç ile dış arasındaki gelgiti, dolayımları, etkileşimi görmek için somut bir insanı ya da insanları odağına almış edebi bir metin bize yeni sezgi yolları, yeni algılayışlar sunabilir.

Evet, haklısın... Tam da bu noktada edebiyat hayata başka bir kapı açabiliyor... Ama biz bu kapıdan ne kadar geçmek istiyoruz, bu da ayrı bir konu. Edebiyat ve hayat etkileşiminde, hayatın edebiyata etkisini daha çok konuşuyoruz sanki... Edebiyatın hayata etkisi konusunda sen neler düşünüyorsun?

Edebiyat bizi, dolayısıyla hayatlarımızı ve hayatı değiştirir, ama bu değişim çok derinlerde bir yerde gerçekleşir. Günümüzün hıza ve yüzeye odaklanmış dünyasında bu değişim görülmüyor, sezilmiyor ne yazık ki. Gözlerimiz buna ayarlı değil, edebiyatın yarattığı değişimi göremediğimiz için yüzeydekilerle oyalanırız, o pırıltıyı, ışıltıyı değişim zannederiz. Edebiyatın yarattığı değişim tekildir; zihniyetimizi, algımızı değiştirir. Hani bazı hikâyeler vardır, hiçbir şey olmuyormuş gibidir, ama dikkatle okuduğumuzda alttan alta bir şeylerin kaynadığını sezeriz, ya da bir şeylerin çoktan değiştiğini, insanların bunu sezdikleri halde bilmezden geldiklerini. İşte, edebiyatın hayat üzerindeki etkisi de böyledir. Kimi zaman o anda bilinmez, sonradan çıkar etkisi, ama dönüşsüzdür o etki. Bir daha eskisi gibi olmaz. Edebiyat etkinliğini yitiriyor diye sızlanıyoruz ama tarihin hangi döneminde öyle büyük, kitlesel bir etkisi olmuş ki. Şununla da avunabiliriz. Günümüzde edebiyat diye pazarlanan, ışıltılı ürünlerin böyle derinlikli bir değişim gücü yok. Onlar yeni bir zihniyete taşımıyor insanı, mevcut zihniyetlerini okşamakla yetiniyor.

Buradan bir romana geçmek istiyorum: Bir Solgun Adam... Selçuk Baran’ın bu romanını sevdiğini biliyorum. Romanla ilgili çok güzel bir yazı da yazmıştın. Soluk Bir An’da Taner’in adını söylemediği ama okuduğunu söylediği romanın da Bir Solgun Adam olduğu çok açık. Ayrıca romanındaki Enis Abi de sanki Bir Solgun Adam’ın Mehmet Bey’ine selam veriyor. Bir Solgun Adam’ın sendeki yeri ne ve edebiyatımızda nereye yerleştiriyorsun?

Evet, haklısın, Bir Solgun Adam çok severek okuduğum, önemsediğim bir yapıt. Doğrusu Selçuk Baran’ı geç tanıdım, önce öyküleri çarptı beni, sonra da romanları. Sağlığında ilgi görmemesi ne kadar acı; ama üzüldüğüm bir şey daha var Baran’ın yapıtlarını düşününce: Selçuk Baran’ın yazdığı tarzdaki romanlar, onun ait olduğu roman geleneği ya da çizgisi, sanki onun kuşağından sonra terk edilmiş gibi görünüyor bana. Giderek “büyük” olayları, “önemli” kahramanları anlatmanın önemsendiği bir tarz hâkim oldu edebiyatımızda. Mehmet Beylerin hayatlarının da çok büyük meselelerle ilgili olduğu göz ardı ediliyor. Sadece konusu değil… Selçuk Baran’ın dil ve anlatımındaki sakin ton; roman kişilerine yaklaşımı, sevecenliği elden bırakmaması, kızacak onca şey varken, hırsını roman kişilerinden çıkarmaması, onların hallerini anlayan, gören, bilen bakış açısı; küçük çatışmalara sakladığı gerilimlerle ilerleyen roman kurgusu çok sık rastladığımız şeyler değil.

Taner’in sözünü ettiği roman kahramanının Mehmet Bey olduğu tespitin doğru; ama Enis Abi’yi yazarken aklımdan Mehmet Bey geçmemişti. Ama bundan ötürü hiç ilgisi yok diyemem, yazmak büsbütün bilinçle yapılan bir iş değil, sezgiler, bilinçaltı etkiler de söz konusu olabilir. Enis Abi’ye benzer birini tanımış ve hikâyesini dinlerken etkilenmiştim, ama belki de o kişiden etkilenmemin bir nedeni de, şimdi senin sorunla fark ediyorum bunu, daha öncesinde Mehmet Bey’i tanımış, sevmiş, anlamış olmamdı.

Soluk Bir An’ın diğer bir konusu da şehir... Gün günden büyüyen ve değişen şehir, şehirli olmak, şehre ait olmak ya da olmamak, roman boyunca Taner’in tartıştığı konulardan biri... Senin metropolleşmeye bakışın nedir? Ne türden (olumlu ya da olumsuz) sorunlar görüyorsun bu devasa düğümde? Sence şehir ve insan ilişkisinde şehir nerede duruyor, insan nerede?

Şehrin günümüz edebiyatında salt bir mekân olmaktan çıkıp daha temel bir sorunsal ya da roman kişilerinin bütünleyici parçası halini aldığını düşünüyorum. Şehrin değişen havası bize zamanın ruhunu da duyuruyor. Yirmi beş yıl önceki İstanbul’un bizde yarattığı duygularla bugünkü duygular çok farklı. Bunun nedeni sadece bizdeki değişim değil, şehirdeki değişim de etkili. Salt yeni binalar, yeni yollar, binaların yüksekliklerinin artışı değil, gökyüzünün giderek işgal edilmesi, şehirde ufuk çizgisinin aldığı yeni şekil ve bütün bunların nedeni ve sonucu olarak zamanın ruhu.

Şehirde yaşanan değişiklikler biz bir yere kımıldamasak, göç etmesek de, bizde göçebelik hissi yaratıyor, kendi şehrimizde daüssıla çekiyoruz. Bir yandan da bütün şehirler birbirine benzedikçe kendimizi tuhaf bir dünyada “dünya vatandaşı” hissediyoruz. Ne var ki ev-yuva arayışımız geçmiyor. Bizde süreklilik duygusu yaratan ne varsa elimizden kayıp gidiyor. Süreklilik duygusunu yitirmiş bir insana her şeyi kabul ettirmek mümkündür. İçine doğduğu, içinden geldiği bir gelenek, erdemler bütünü olarak bir ahlak, duruş kalmamışsa, her şey mubah görülebilir, her şey kanıksanır zamanla. Yeni şehir, kanıksamanın, “öyle de olur canım, ne olacak” duygusunun mekânı bence. Şehir merkezlerinin soylulaştırılması, turistik mekânlara evrilmesi, güvenlik kaygılarıyla meskenlerin şehrin dışında güvenlikli sitelere kayması gibi yeni durumlar yepyeni bir şehir hayatı dayatıyor bize. Farklı hayat tarzları aynı şehirde birbirinin dibinde, birbirine değmeden yaşanıyor. Sanki bir duvara aynı anda iki filmin görüntüleri düşüyor gibi. Sıkıldığımızda bizi teselli eden caddelerin aldığı yeni biçimler bizim ruh hallerimizi de belli belirsiz etkiliyor; şehir değişirken biz de değişiyoruz.

Geçenlerde yazdığım bir yazının sonunu şöyle bağlamıştım, müsaadenle buraya da alacağım: “Şehir merkezlerinin turistik alanlara ya da soylulaştırma projeleriyle üst sınıflara tahsisi sonucunda ‘şehir hayatı’ dendiğinde aklımıza gelen imgeler de değişecek. 21. yüzyılın ‘Aylak Adam’ı bu gidişle kalabalık caddelerde, sinema salonlarında değil alışveriş merkezlerinde, şehrin dışındaki sitelerin yeşil alanlarında dolaşacak; Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'nin benzeri, otuz küsur katlı bir apartmanın aydınlığında, koridorlarında, asansörlerinde geçecek.”

Bu söylediğinden, insan kendisinden, ilişkilerinden daralıyor, kendi içine sığmıyordu; kendini dışarı atıp caddelere, meydanlara vuruyor, kendine bir hareket alanı yaratıyordu; ama şimdi şehrin kapalılığından, ufku yitirmekten, bir meydana çıkıp nefes alamamaktan daha da daralacak anlamı mı çıkarmalıyım?.. Bu sıkışmışlık, edebiyatı da besleyecek belki... Ne dersin?

Elbette besleyecek. Edebiyatın hayat üzerindeki etkisinden konuştuk ya az önce, bu ilişki karşılıklı. Hayat da edebiyatı etkiliyor. Zamanın ruhu o dönemde yazılan metinlere bir biçimde siniyor. Sözünü ettiğin sıkışmışlık edebiyatı besleyebilir elbette, ama bu öyle bir hal alabilir ki yazmak bile istemeyebiliriz. Bunu da hesaba katmak gerek. Yine de umutsuz olmayalım: Yüzyıllardır edebiyatçılar canlarını sıkanlarla, cebelleştikleriyle, soluklarını kesmeye çalışanlarla ve soluklarını kesenlerle yazarak mücadele ettiler. Kendilerine dönüp benliklerindeki, kişiliklerindeki anlam veremedikleri karanlık noktaları sorgularken de yaşadıkları zamana hâkim türlü çeşit sıkışmışlık duygusuyla karşılaşıp bunun peşinden gittiler, anlamaya çalıştılar.

Soluk Bir An’ı okuduğumda, bende “başka türlü bir hayat mümkün mü?” sorusu depreşti. Taner’in ve senin gözünden bu soruya nasıl yanıt verirsin?

Elbette mümkün. Başka bir dünya mümkün. Bütün olumsuzluklara rağmen insanlığın binlerce yıldır geliştirdiği değerler var. Özgürlük ve eşitlik tutkusu, mücadelesi ve bunların geleneği var. Canımızı sıkan, canımıza okuyan şeyler bunlara sirayet ediyor olsa da, insanın kendisini ve dünyayı değiştirmek yönünde bir çabası var. Rahatsızlıklarımız var, ne denli olanı biteni kanıksamaya daha yatkın varlıklara dönüşmüş, dönüşüyor olsak da, içimize batan kıymıklar var, bunları birbirimize anlatma huyumuz var, başkasına içimizi açtığımızda duyduğumuz bütün tedirginliklerin yanında üzerimizden kalkan yükler var, başkalarının yerine kendimizi koyabilme yetimiz var, bunları güçlendiren bir edebiyat var. Yeter ki yummayalım gözlerimizi, kendimizi, başkalarını, dünyayı ve hayatı değişmez şeyler olarak kabul etmeyelim, değişimin asli olduğunu, hiçbir şeyi mutlaklaştırmamak gerektiğini en azından aklımızın bir köşesinde diri tutalım. Canımızın yanması pahasına sahici olanın peşinden gitme azmimizi koruyalım.

Varlık, Temmuz 2012

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page