top of page

Özgür Edebiyat 
Söyleşisi

Metin Celal, Atilla Birkiye,
Adnan Özer

özede33.jpg

Metin Celal: Hukukçu bir ailenin çocuğusun. Annen ve baban avukat, kitaplarındaki biyografinde yazmıyor ama ben bunu nereden okudum? Galiba, Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar’da… Evde nasıl bir kültürel hava vardı? Okuma yazma işlerine nasıl girdin? Annen, baban kitap okur muydu?

Behçet Çelik: Annem de, babam da kitap okurlardı. İyi bir kitaplıkları vardı. Babam kitapların yanı sıra Yeni Dergi, Yeni Ufuklar, Varlık ve Türk Dili’ni yıllarca takip etmiş, biriktirmiş ve ciltletmişti. Edebiyata merak saldığım 15-16’lı yaşlarımda, yani lise yaşlarımda özellikle yaz tatillerinde sıkıldığımda, Yeni Ufuklar’ın bir sayısını ya da Türk Dili’nin özel sayılarından birini alıp bakma, karıştırma, okuma imkânım vardı; bendeki dergi merakı da bunlarla başlamıştır.

Metin Celal: Peki, baban yazan-çizen birisi miydi?

Behçet Çelik: Babam Adana’da yayınlanan, Yeni Adana gazetesinde, bir dönem denemeler yazmış. Tabii, daha sonra iki tane çocuk ve meslek, geçim dergi sürdürememiş; fakat beni her zaman destekledi. Çocukluğumda da hangi kitabı almak istemişsem aldılar; başka isteklerim her zaman yerine gelmese de, kitap konusunda annemden de, babamdan da hep destek gördüm.

Metin Celal: Kitap okumaya teşvik edenler bir anlamda annen, baban…

Behçet Çelik: Teşvike gerek kalmadı, görerek… Zaten vardı, evde okunuyordu.

Atilla Birkiye: Özendiriyor değil mi o kütüphanenin olması?

Behçet Çelik: Tabii, tabii. Bir de belli bir yaştan sonra, mesela babam bir kitabı okuyor diyelim ki Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ını, bir gün ben de bunu okurum diye düşünüyorum. Severek okuduğundan söz ettiğini duyuyorum. Ben de okumak istiyorum haliyle.

Metin Celal: İlk okuduğun kitapları hatırlıyor musun?

Behçet Çelik: Çocuk kitaplarıdır, ama hangisidir hatırlamıyorum. İlkokul ikide ya da üçteyken Ömer Seyfettin okuduğunu hatırlıyorum.

Metin Celâl: Peki, okulda nasıl bir hava vardı?

Behçet Çelik: Okulda iyi bir öğrenciydim. Çoğu zaman kütüphanecilik kolu benimdi. Küçük bir sınıf kitaplığımız vardı ve ondan ben sorumluydum. Ve oradan da kitapları alıp eve götürüp okurdum. Kemalettin Tuğcu’lar falan…

Metin Celal: Arkadaş çevresi nasıldı? Sonuçta Adana’da rahat bir arkadaşlık ortamı vardır diye tahmin ediyorum.

Behçet Çelik: Vardı. Benim edebiyatla daha haşır neşir olan arkadaşlıklarım ya da arkadaşlarımla edebiyat konuşmalarımız ortaokul ve lise yıllarına denk düşer. Benim için başka bir önemli şey Adana İl Halk Kütüphanesi bizim eve yakındı. Ortaokuldayken oraya gidip oradan da kitaplar alırdım. Yani diyelim ki evde William Saroyan’ın bir hikâye kitabını okumuşum, ama evde başka kitabı yok, piyasada bulunmuyor, gidip birkaç kitabını da kütüphaneden alıp okuduğumu hatırlıyorum. Saroyan’ın, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in vs.

Adnan Özer: Peki, ilk mesela okur olarak değil de yazar olacağım diye ya da yazar olsam ya da benden yazar olur mu? İlk aklına insanın düşer çocukluğunda, sonra unutur onu insan tekrar büyüyünce hatırlar, öyle bir şey oldu mu?

Metin Celal: Ya da şöyle bir şey, o kitapları okurken ben de bunu yazar mıyım? Ya da yazmaya nasıl başladın?

Adnan Özer: Yok, yazar mıyımdan biraz daha ötede, yani meslek olarak… Hani futbolcu olsam denilir ya falan gibi… Çocuklar onu der yani.

Behçet Çelik: Bir dönem anı kitaplarını, biyografileri sıkça okurdum. Mesela Aziz Nesin’in Böyle Gelmiş Böyle Gitmez kitabını okuduğumu hatırlıyorum. İşte Rıfat Ilgaz’ın anılarını, başkalarını, belki Muzaffer Buyrukçu’nun günlükleri… Bunları o zamanlardan okuduğumu hatırlıyorum. Bir şekilde yazarların hayatları o edebiyat dünyası, anlatılanlar bana cazip gelirdi. Onun dışında ben de böyle bir kitap yazsam isteği o yaşlardan itibaren vardı. Ortaokuldayken hatırlıyorum Türkçe öğretmenimiz her hafta bize bir edebi tür ödev veriyordu. Öykü yazdığımız hafta, benim yazdığım öyküyü çok beğenip, “Çalışırsan ve sürdürürsen senin iyi bir yazı hayatın olabilir,” demişti.

Adnan Özer: Kaç yılı bu? Önemli, sen şimdi önemli bir öykücüsün.

Behçet Çelik: Orta iki olduğuna göre 1981 yılı olması lazım. Kendisi de şiir yazan birisiydi.

Adnan Özer: İsmini Hatırlıyor musun?

Behçet Çelik: Ertuğrul Karakoç. Onun o sözünü önemsemişim. Bir de o yaşlarda şöyle bir şey de olurdu, her sene başında günlük tutmaya başlardım. Ertuğrul hocanın o sözünü tuttuğum günlükte not etmişim. Hâlâ sakladığım günlükte yazılıdır o gün.

Metin Celal: Peki, ilk ciddi olarak yazayım diye yazdığın şey ne? Hocanın ders verdiğinin dışında…

Behçet Çelik: Onun dışında Adana’da Son Yaprak isminde yerel bir edebiyat gazetesi çıkıyordu. Onu bir şekilde görmüş, almıştım ve oraya bir öykü gönderdim.

Adnan Özer: Yerel edebiyat gazetesi mi?

Behçet Çelik: Evet, gazete boyunda, dört sayfa, iki yaprak bir şeydi. Oraya birinci sayısını gördüm ve bir öykü gönderdim. İkinci sayısında küçük bir not yayınlanmıştı. Notta şöyle yazıyordu: “Behçet Çelik öykünüzü aldık. Öykünüz ya da eleştirisi önümüzdeki sayıda yayınlanabilir.” Tabii, ben uçtum, adımı basılı olarak bir yerde gördüğüm için. Orta sonda olmalıyım, 1983 tahmin ediyorum. Gazetenin üçüncü sayısı çıkmadı. Dolayısıyla yayınlanmadı ve o öykünün bir kopyası da yok bende.

Metin Celal: 86’da Yeni Adana gazetesinde yazın çıkıyor...

Behçet Çelik: Ondan önce şu var, 1985 Dünya Gençlik Yılı’ydı. Milliyet Sanat Dergisi gençlere sayfa açtı, hatırlarsınız, belli yaş grupları içindi. Ben oraya bir deneme göndermiştim. Orada bir denemem 1985’te yayınlandı. 86’da da Yeni Adana’da yazım çıktı, lise sondaydım, düşünce özgürlüğüyle ilgili bir yazı göndermiştim. O yayınlanmıştı.

Metin Celal: Posta ile mi yolluyorsun, nasıl işliyor sistem?

Behçet Çelik: Adana’da Yarın dergisinin ofisi açılmıştı. Bunu öğrenince ben oraya gidip gelmeye başladım. Ya Yeni Adana’da o sayfayı yapan kişiyle tanışmıştım ya da Yarın dergisinin Adana temsilcisi olan arkadaş vesile olmuştu, hatırlamıyorum tam olarak. Benim de yazdığımı biliyor, bir yazın varsa Yeni Adana’ya gönderelim demişti galiba. Lise sondayım, az çok siyasetle ilgiliyim. İşte bir parça hukuk okumayı kafaya koymuşum, düşünce özgürlüğü diye bir yazı yazıp göndermiştim, yayınlanmıştı ama kırpılarak, bir sürü tashihlerle yayınlanmıştı.

Metin Celal: Peki, orada bir çevre var mıydı? Bir arkadaş çevresi veya ağabeyler, yönlendiren, eleştiren insanlar?

Behçet Çelik: Yarın’da şiirleri çıkan biri vardı. Onunla bir iki sohbetimizi hatırlıyorum. Özellikle “edebiyat bir şeyleri anlatmaz, gösterir” gibisinden bir şeyler söylediğini. Ben ona okuması için bir öykümü vermiştim; o da bana ağabeyce bir nasihatte bulunmuştu. Fakat hâlâ benim kulağımda küpedir o. Belki çok erken bir şekilde aldığım edebi bir dersti. Onun dışında arkadaşlarım vardı, yazdıklarımı okumaları için verirdim. Okurlar, “Çok güzel yazmışsın,” derlerdi ama bu işi daha ileri düzeyde yapan, bilen, sürdüren birisiyle yaptığım ilk edebiyat sohbeti odur.

Metin Celal: Peki, arkadaş çevresinden böyle yazan, çizen oldu mu sonra?

Behçet Çelik: Çok olmadı. Akademisyen olanlar oldu. Tek tük bir şeyler yazanlar oldu ama bu işi sürdüren pek olmadı. Orta sona kadar aynı sınıfta, lise bitene kadar da aynı okulda okuduğum bir arkadaşım da yazar oldu benim gibi: Feryal Tilmaç. Ama onunla okul yıllarında çok yakın değildik. Çok sonra öğrendik edebiyatla ilgili olduğumuzu, lise bittikten sonra yirmi yıl sonra.

Metin Celal: Yazarlarla tanışma gibi bir şey oldu mu? Çünkü Adana’da dergiler çıkıyor, biliyoruz.

Behçet Çelik: O yıllarda çok yoktu. Hatta ben şunun sıkıntısını çekerdim, bizim eve Cumhuriyet ve Milliyet girerdi. Muhtemelen Cumhuriyet’te yeni bir edebiyat dergisinin çıkmış olduğunun haberini okurdum ya da ilanını görürdüm fakat o dergiyi Adana’da bulamazdım. İşte bu dediğim 84-85’ler. Mesela Yarın dergisinin ofisi orada açılmasaydı o dergiyi de orada bulamazdım. Önce dergiyi buldum, sonra derginin içerisinde orada bir büroları olduğunu görünce gidip oradakilerle tanıştım. O yıllar Yarın dergisi edebiyat dergisi olmaktan çıkıp, öğrenci dergisi olmaya yönelmişti. O yüzden oradaki kişilerden de çok edebi bir şey alamazdım. Kendi yaş grubumdan oraya gelen arkadaşlarım vardı, onların arasında da daha sonra öykü yayınlayanlar oldu. Birbirimizi destekleyen, birbirimizi teşvik eden sohbetlerimiz de oluyordu ama benim gibi sürdüren çıkmadı.

Metin Celal: Peki, kitapçılar var değil mi? Gündemi takip edecek…

Behçet Çelik: İki tane güzel kitapçı vardı, şimdi ikisi de yok. Şimdi D&R’lar, Kitapsan’lar açıldı ama o iki kitapçı, Yolgeçen Kitabevinin iki şubesi de yıllar önce kapandı. Biri giyim, kuşam mağazası oldu. Birisi de galiba kebapçı ya da tatlıcı oldu. Ama benim için önemliydi o kitapçılar. O kitapçı da bizim eve yakın, yürüme mesafesindeydi. Gidip kitap alırdım. Şunu hatırlıyorum, 1984 senesinin Ocak ayında Orwell’in 1984’ünü almışım. Üzerine de not düştüğüm için bilebiliyorum. Demek ki 1984’in gelmesiyle kitap da gündeme gelmiş ve onu bulup almışım. Çakmak Caddesindeki kitapçıdan aldığımı hatırlıyorum.

Metin Celal: Peki, öykü yazdım dedin, hiç şiir yazmadın mı? Genelde şiirle başlanır.

Behçet Çelik: Tek tük yazdım ama bir yerlere hiç şiir göndermedim. Öykü bana daha cazip geldi. Sanırım o yıllarda peş peşe Sait Faik’leri, Orhan Kemal’leri okuyunca... Benim şiir sevgim çok daha sonradır, üniversite yıllarında. Nâzım’ın, Ahmet Arif’in dışındaki şairleri okumam daha sonradır yani.

Atilla Birkiye: Sen doğrudan hikâyeyle girdin; peki arada yazdığın şiir var mı?

Behçet Çelik: Yirmi yıldır şiirle pek uğraşmadım, bir ara tek tük yazdığımı itiraf edeyim.

Metin Celal: Ama öykülerde var şiir…

Behçet Çelik: Şiirle daha yakından ilgilenmem belli bir dönemin şiirinin tanımamla oldu. 70 kuşağı şimdi biraz kötülenir ama benim edebiyat algımda önemli bir yer taşır 70 kuşağının şairleri. İşte Ahmet Erhan’ın, Ahmet Telli’nin şiirleri hakikaten benim hem siyaset hem de edebiyatla daha yakınlaştığım bir dönemde benim edebiyat duygumu besleyen şeylerdi. Bir zaman sonra da İkinci Yeni şairlerini tanıyıp sevdikçe onları da çok okudum.

Atilla Birkiye: Nasıl oldu? O önemli bir şeydir, İkinci Yeni ile buluşma; yani hayat bize dayatıyor ama…

Behçet Çelik: O şöyle bir şey, edebiyat dergilerini takip etmemle oldu. Belli bir zamandan sonra yani özellikle 86’da, üniversiteye başladıktan sonra, belli başlı edebiyat dergilerini izliyordum. Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın ölümleri o yıllara denk düşer. Dergilerde özel sayılar yapılmıştı, belki yıldönümlerinde de… Aslında babamın kitaplığında Yerçekimli Karanfil, Divan varmış, ama onların varlığını bu şairleri tanıyıp sevdikten sonra fark ettim. Edebiyatla daha yakın ilgilenip bir iki parça bir şeyler yazıp, benden daha yaşça büyük edebiyatçı ağabeylerle sohbet ettikçe de yeni şair ve yazarlar tanıdığım oldu. Onların teşvikiyle, önerisiyle...

Metin Celal: Peki, Yeni Adana’da bir yazın çıktı, sonra çıkmadı mı bir şey?

Behçet Çelik: Birkaç yıl sonra, üniversitede okurken bir de öyküm çıktı Yeni Adana’da. Ama zaten 86 Nisan’dır Yeni Adana’da yazımın çıkması, lise son sınıftaydım. Varlık dergisine o sıralarda öykü gönderdim.

Metin Celal: Zaten 87’de de Varlık’ta öykün çıkıyor.

Atilla Birkiye: Dergilerden söz ettin de Yazko Edebiyat’ı hiç okumadın mı?

Behçet Çelik: Okurdum aslında, onu atlamışım. Yazko Edebiyat da babamın takip ettiği ve bizim eve giren dergilerdendi. Yazko Edebiyat’ın yanı sıra Yazko Çeviri ve Felsefe Yazıları’nın da bazı sayıları vardı. Bu dergileri üniversite yıllarında yazları Adana’ya geldiğimde karıştırıp kurcaladım daha çok. O yıllarda, Varlık ve Düşün dergileri bana daha yakın gelirdi, belki daha siyasi bir tutumları olduğu için.

Adnan Özer: Sol bir edebiyat çevresi değil mi? Orada şekillendin yani.

Behçet Çelik: Şimdi ben Adana’da lisede okurken çok fazla öyle bir edebiyat çevresinin içerisinde değildim. Öyle bir çevre de yoktu, yani bir dergi çevresinde oluşmuş. Benim okumaya meraklı birkaç arkadaşımla oluşturduğumuz kendimize has bir grubumuz vardı, ama hep edebiyat konuşmazdık onlarla da…

Adnan Özer: Dergiler bir çevre oluşturur ya…

Behçet Çelik: Öyle bir ortam varsa bile benim haberim yoktu. Çıkan bir dergi de hatırlamıyorum, yerel bir dergi… TÖS’lü bir emekli öğretmen vardı Turan Altuntaş isminde, onun öykü kitapları vardı. Turan Hoca’yla tanışmıştım ve onun kırtasiye dükkânı vardı, ama Turan Hocanın yanına gidiş gelişlerim de benim üniversitedeyken yaz tatillerinde Adana’ya gidişlerim zamanıdır. Lisedeyken onunla da tanışıklığımız yoktu. Benim Adana’da okuduğum yıllarda yayınlanan dergileri, mesela Türkiye Yazıları’nı ben çok sonra sahaflarda görüp bulup edindim.

Atilla Birkiye: 80’lerin başında.

Behçet Çelik: Evet. Dergiler benim hayatımda önemlidir. Daha sonra, birazdan geliriz ona, dergicilik yapmama vesile olan karşılaşma da aslında eski dergiler aramam vasıtasıyla olmuştur biraz da.

Metin Celal: 86’da hukuk fakültesine giriyorsun...

Behçet Çelik: Fakülteye gelmeden bir öykü gönderdim Varlık dergisine ve bana mektup geldi. Düşünün 17 yaşında genç bir adam en önemli, en eski dergiye gönderiyor ve yanıt geliyor. Yanıt kısa, “Tek öykü değerlendirmiyoruz, en az beş öykünüz olması lazım ki öykücülüğünüz hakkında bir yorum yapalım” diye yazıyor. Benim de elimde dört tane öykü var, ben hemen apar topar beşinci bir öykü yazdım. Tabii, yani şu da var, bu da önemli. Bizim evde babamın eski daktilosu vardı ki o da özendirici bir şeydi benim için. Son Yaprak’a öykü yolladığım dönemden itibaren elle de yazsam bir şeyler, onları daktiloyla temize çekmek çok özendirirdi beni. O daktiloyu da bilgisayar sahibi olana dek yıllarca kullandım.

Metin Celal: Peki, lisede okul gazetesi çıkartalım ya da duvar gazetesi çıkartalım diye bir arzun olmadı mı?

Behçet Çelik: Yok olmadı. Bizim lise Anadolu Lisesiydi, tamamen üniversite sınavına odaklanmıştı eğitim, edebiyat şubesi bile yoktu. Matematik ve Biyolojiydi bizde ayrım. Çok önemsenmiyordu o tip şeyler. Ben gene çoğu yıl Kültür Edebiyat Kolunda oldum, ama duvar gazetesi falan yoktu.

Metin Celal: Sonra beşinci öyküyü yazıp yolluyorsun.

Behçet Çelik: Beşinciyi yazdım yolladım ve o sıra üniversiteyi kazandım. Üniversiteye başladığımın ilk günlerinde… Pazartesi günü işte Beyazıt’t a Hukuk Fakültesine gittiysem, yanlış hatırlamıyorsam ya Çarşamba ya Perşembe yani iki üç gün sonra Varlık’ın kapısını çaldım. Zaten Cağaloğlu’ndan Eminönü’ne inerken yolumun üstündeydi, Varlık’ı buldum, çıktım. Kemal Özer yönetiyordu o zaman, onun ismini biliyordum. Asım Bezirci oradaydı onu görmek de heyecan vericiydi. Cengiz Gündoğdu da oradaydı. Adana’dayken yazıştığımız kişi Cengiz Gündoğdu olduğu için Cengiz Ağabey hatırladı beni. Birkaç ay sonra benim sonradan yazdığım beşinci öykü Mart 87’de yayınlandı.

Metin Celal: Varlık’ın kapısını çalmışsın. Bir anlamda edebi çevrelere giriyorsun. Sonra neler oldu, gelişme nasıl oldu?

Behçet Çelik: Varlık’ta o dönemde birkaç yazı yazdım. Birkaç öyküm yayınlandı. Okulda Genç Hukukçular diye bir dergi çıkıyordu. O dergiye öykü verdim. Birkaç öyküm de orada yayınlandı. İşte, Varlık’ta her sene bir öyküm, bir yazım falan yayınlanırdı. Abdülkadir Bulut’un ölüm yıldönümünde mesela, onun şiirlerini çok sevmiştim, onunla ilgili bir deneme yazdığımı hatırlıyorum.

Metin Celal: Peki okulda siyaset falan… O ara böyle bir kıpırdanma var

Behçet Çelik: Vardı, haklısınız. Genç Hukukçular dergisi de bir öğrenci dergisiydi ve öğrenci derneğinde etkin olmak isteyen bir grubun yayınıydı. Bir öğrenci derneği vardı, sürekli kapatılıyor, tekrar açılıyordu. Ben de o öğrenci derneğinin içerisinde çok aktif değilsem bile genel kurullarında oy kullanan biriydim. Birinci sınıfta derneğe üye olan altı kişiden biriydim.

Benim üniversite yıllarında yazıp çizen pek çok arkadaşım daha sonra bu işi sürdürmediler. Çoğu da kırgındılar. Yazdıklarının yayınlanmamış olmasına ya da yanıt bile almamış olmalarına kırıldıklarını bilirim. Ben o anlamda şanslı ya da ısrarcıydım.

Atilla Birkiye: Peki Varlık’ın dışında başka dergilere gönderiyor muydun, gerçi o dönem dergiler azdır, Yazko’nunkiler kapanmıştı...

Behçet Çelik: Ankara’da Yazıt çıkıyordu İzzet Kılıçlı’nın, oraya yazıyordum. Orada modern öyküler eki çıkartıyordu. Yazıt vasıtasıyla tanıdığım çok yazar oldu: Hasan Ali Toptaş, Cemil Kavukçu, Özcan Karabulut vs. Ankara’da bu yazarların birlikte yayınladıkları bir dergiydi Yazıt. Tabii, esas yük rahmetli İzzet Kılıçlı’nın omuzlarındaydı. Trabzon’da yayınlanan Kıyı’da da bir öyküm yayınlandı. Karşı Edebiyat vardı galiba oraya da bir öykü göndermiştim. Yani yazdıkça bir yerlere gönderiyordum. Bir zaman sonra bazısı yayınlanıyordu.

Metin Celal: Peki, şimdi buradan baktığında mesela ilk yazdığın hikâyeleri nasıl görüyorsun, öyküleri… Tekniğini nasıl geliştirdin? Nasıl yönlendi? İlk öykülerde daha çok olay üzerinden mi gidiyordun, hissiyat üzerinden mi? Yani nasıl tasarlıyorsun öyküyü?

Behçet Çelik: Bir şeyler bana buradan yola çıkıp bir öykü yazabilirim diyordu. Bazen de bir duyguya kapılıyorum onu ifade etme ihtiyacı duyuyordum. Bir tür kendini dışa açma, ifade etme ihtiyacı belki... Biraz kafa tutma bir şeylere, kendimce tavır alma…

Atilla Birkiye: Peki mihenk taşı bir yazarın var mıydı? Yani bir böyle kılavuz aldığın falan.

Behçet Çelik: Ben lisedeyken Oktay Akbal’ın Düş Ekmeği isimli romanı Cumhuriyet’te tefrika edilmişti. Onu gazeteden her gün şevkle takip ettiğimi hatırlıyorum. On beş on altı yaşlarını anlattığı bir romandır, onun da etkisi olabilir. O romanı çok sevince Oktay Akbal’ın ilk öykülerini, Önce Ekmekler Bozuldu’yu, öbürlerini Garipler Sokağı romanını falan peş peşe okudum. Ondan, o ilk dönem öykülerinde etkilemiş olabilirim. Gene üniversiteye gelir gelmez Sabahattin Ali’nin bütün kitaplarını peş peşe okudum. Sait Faik, Orhan Kemal liseden beri okuduğum bir yazardı.

Adnan Özer: Her yazarın bir konu havuzu vardır. Temelde mesela senin alanın nedir? Çünkü Adana’da yaşamışsın ama sorduk soruşturduk pek Adanalı çıkmıyorsun yani.

Behçet Çelik: Tabii, tabii, ben sonuçta on sekiz yaşından itibaren İstanbul’dayım. O anlamda çok tipik bir Adanalı değilim. Yazları yaylaya çıkardık. Mesela yaylada olmak, Toroslarda olmak toprağa yakın olmak, ağaçları, bitkileri bilmek... Yaşar Kemal’in her okuduğum kitapta sanki bizim yaylayı anlatıyormuş, bizim oraları anlatıyormuş gibi gelir; ama Orhan Kemal’in anlattığı Adana, şehir Adanası bana daha cazip gelirdi. Adana’da arkadaşlarla dolaşmaya çıktığımızda eski Adana’da dolaşmak daha cazipti ve bu biraz da Orhan Kemal’in etkisiyle olan bir şeydi. Modern Adana zaten yaşadığım, okulumun olduğu, evimin olduğu bir yerdi. Evde sıkılıp bir başıma dolaşmaya çıktığımda da eski Adana’yı yeğlerdim. Adana otogarı, eskisi, mesela bizim eve yakındı ve bana cazip gelirdi oranın atmosferi. Oraya çok takılırdım. Bir ara bir arkadaşım dalga geçiyordu benimle. “Senin öykülerinin belli bir kalıbı var, öykü anlatıcısı bir otogara gider ve gelip geçen otobüslere bakar, senin öykün bundan ibaret” diye takılırdı.  Sanırım o şehirdeki yalnız insan sorduğunuz anlamda bendeki tipik konu olabilir.

Metin Celal: Yazılı Günler dergisine doğru geleceğiz ama o arada 1989’da Akademi Kitabevi öykü başarı ödülünü kazanmışsın.

Behçet Çelik: Varlık’ta yazdığım yıllarda öyküler birikmişti. O yarışmaya da öykü dosyamı gönderdim. O yarışmanın hoş bir özelliği vardı, birinciliği kazanan yazarın kitabı yayınlanıyordu. Ödülün cazip yanı oydu. Fakat benim ödül aldığım sene ve benden bir sonraki sene birinciliğe değer dosya bulunamadı. Sonra da verilmedi zaten ödül. Sadece başarı ödülü diye bir şey verdiler. Ama benim için çok önemliydi, yazdıklarımı bir kurul beğenmişti. Yayınlanan ilk kitabımın gövdesini o ödüle katıldığım dosya oluşturur. Birkaç öyküyü çıkarıp yenilerini ekleyerek oluşturmuştum kitabı.

Metin Celal Yazılı Günler nasıl çıktı?

Behçet Çelik: Varlık’a gidip geliyorum, orada simaen tanıdığım insanlar var, birisi Ömer Ateş’ti. Birisi de Atilla Birkiye’ydi, hatırlarsın sen de. Bu arada Varlık’ta yönetim değişti. Enver Ercan geldi, Kemal Özer bıraktı. Cengiz Gündoğdu ve onun çevresindekiler yeni dergi oluşumu içerisine girmişlerdi. Ben de onların toplantılarına zaman zaman gidiyordum. O sıralarda bir gün Kadıköy’deki bir sahafa girdim “Sanat Emeği ve Militan’ın eski sayıları var mı?” dedim. Sahafın yanında oturan biri daha vardı. “Ben seni nereden tanıyorum” dedi. Ömer Ateş’ti; ben onu tanıyordum. Dükkân sahibi de Ali Çeviker’miş. Daha sonra birlikte Yazılı Günler’i çıkardık onlarla. Ve biz orada biz uzun bir sohbete girdik. O sırada, ben dükkâna girdiğimde, Ali Ağabey ile Ömer Ateş de yeni bir dergi çıkartmayı konuşuyorlarmış. O dönemde Altay Öktem de Varlık’ta yazıp çiziyordu, bir zaman sonra o da katıldı aramıza. Bir de Yaşar Azaz isminde Atatürk Fen Lisesinde Fransızca öğretmeni olan bir ağabeyimiz vardı. Beşimiz bir dergi çıkartmaya karar verdik ve 91’in Ocak ayında ilk sayısını yayınladık. Ama hani biz altı ay öncesinden bu dergiyi çıkartabilir miyiz? Ne yaparız? diye tartışıp karar verdik. Bir de öyle bir şey ki iki öğretmen bir bir stajyer avukat var, Altay Tıp Fakültesini yeni bitirmiş, o işsiz yani çok zor koşullarda…

Metin Celal: Parayı da ayarlamak biraz zor.

Behçet Çelik: İşte onu biraz, eşi dostu abone yaparak öyle bir işe kalkıştık.

Metin Celal: Peki ismi nereden geliyor? Tomris Uyar’dan mı?

Behçet Çelik: Ömer Ateş’in aklına gelen bir isimdi. Galiba Woody Allen’in Radyo Günleri filmi o günlerde vizyondaydı, oradan çıkarak.

Metin Celal: İsim güzel, ayrıca Tomris Uyar’ı çağrıştırması da kötü bir şey değil, o da hoş.

Behçet Çelik: Sonuçta Tomris Hanım bizden önce kullanmış, 89’da günlüklerini Yazılı Günler başlığıyla yayınlamış ama biz onu atlamışız. Fark etseydik başka isim aramaya devam ederdik. Başka bir ismi olurdu derginin.

Atilla Birkiye: Derginin ardından kitap da yayınlamaya başladınız.

Behçet Çelik: Dergi iki yıl çıktı. 92’de kitap da yayınlayalım dedik. İlk önce Altay’ın ilk şiir kitabıyla benim öykü kitabımı yayınladık. Ondan sonra da zaten dergi 93’te kapandı. Belli bir sayıdan sonra Ali Çeviker bıraktı. Lütfü Seymen ile Mehmet Sert yazı kuruluna girdiler. Güzel sayılar da yaptık. Osman Kaygılı özel sayısı, Sabri Ertem Özel sayısı, Üçüncü Dünyadan Dördüncü Dünyaya diye bir özel sayı falan yaptık. Lukacs’ın daha önce çevrilmemiş makaleleri yayınlandı, Lukacs’ın SSCB’ye eleştirel baktığı son döneminden metinler, sonra Ernst Fischer’den makaleler yayınlandı. Ama 93’ün başında Memduh Şevket Esendal özel sayısı hazırlarken dergiyi çıkartamayacağımızı fark ettik.

Metin Celal: Ama yayınevi sürüyor herhalde değil mi? Senin ikinci kitabın da Yazılı Günler’de…

Behçet Çelik: Üç yıl sonra tekrar bir atılım yapalım deyince kitapları yayınladık. 93’ün başında biz Yazılı Günler dergisini kapatmıştık yoksa. Derginin kapanmasıyla benim uzunca bir süre yazmadığım, pek yayınlamadığım bir dönem başladı. Yani dergi kapandıktan sonra bir kırılma oldu ve ondan sonra ben pek dergilerde yazmadım. O yıllar benim avukatlığa başladığım yıllara da tekabül eder. Yani iş güç, hayatı nasıl sürdüreceğim? Onların hepsinin üst üste geldiği bir dönem… 96’da üç kitap daha yayınladık ama orada Yazılı Günler Lütfü Ağabeyin sahaf dükkânının bir yan markası gibiydi. Mali yükümlülüğünü üstlenen bir yer olması gerektiği için oradan çıkarttık. Ama dağıtım büyük bir sorundu tabii. O kitapların dağıtımında çok büyük bir sıkıntı yaşadık. Çoğunu dağıtamadık. Dağıtabildiklerimizden para alamadık. Elden satarak belki koyduğumuz paranın bir kısmını çıkarttık o kadar. Ama işte kitabım var mı var.

Metin Celal: Peki ikinci kitabı o dönemde yazılmış öyküler mi oluşturuyor yoksa belli bir plan mı yapıyorsun? Nasıl oluyor?

Behçet Çelik: Gene birikmiş öykülerdi ama onlar da çoğu 93’den önce Yazılı Günler’de yayınlanmış öykülerimdir. Yazılı Günler’i biz on dokuz, yirmi sayı yayınladık, orada benim on’a yakın öyküm yayınlanmış olabilir işte onların çoğu ikinci kitabımda yer almıştır. Yayınlanmamış öykülerim de vardı ama kitap 96’da yayınlandığı halde belki de 94’ten sonra yazdığım öykü yoktur içinde.

Metin Celal: O zaman senin yedi sekiz sene bir ara var.

Behçet Çelik: Evet, en az bir altı yıl var. 1998’de Virgül dergisinin çıktığını gördüm. Dergiyi aldım ve çok hoşuma gitti ve keşke ben bu dergide yazsam dedim. O sırada da biraz İngilizcemi geliştirmek için çeviriler yapıyordum. Stanislaw Lem’den bir çeviri yapmıştım. “Bilimkurgunun Yapısal Çözümlemesi Üzerine” diye bir yazı. Onu Defter’e göndermiştim. Bülent Somay bilimkurguyla ilgili olduğu için yazıyı onunla konuşmuştuk. Bülent Somay da bana “Virgül dergisi daha çok ilgilenebilir bu yazıyla, orada Mustafa var git onunla tanış,” dedi. Ben gidip Virgül’ün kapısını çaldım. Mustafa ile tanıştım. Mustafa da hem Lem’i sevdiği için hem bilimkurguyu sevdiği için “Tamam,” dedi, “bu çok güzel bir yazı, biz bunu önümüzdeki sayılarda kullanırız” dedi. Sonra da “Sen başka ne iş yaparsın, yazıp çizen biri misin?” dedi, bu arada tabii Yazılı Günler’i yayınlarken yazarlar üzerine yazılar yazmak gibi bir şey olmuştu. Memduh Şevket üzerine, Osman Cemal üzerine yazılar yazmıştım. O sıralarda da Fahri Celal üzerine bir yazı üzerinde çalışıyordum, onu verdim Virgül’e. O yazı Lem’in yazısının tercümesinden önce çıktı.

Atilla Birkiye: Sen orada Virgül’de de epeyce bir yazı yazdın.

Metin Celal: Öykü sonuçta yaratım ama eleştiri veya bir şey üzerine yazmak, makale yazmak inceleme araştırma gerektiren bir şey. Bunların birbirine etkisi nasıl oluyor? Olumlu mu oluyor, engelliyor mu?

Behçet Çelik: Belki öyküden, romandan zaman çalıyor bu gibi yazılar ama çok şey öğretiyor. Ben bugün de kitap eklerinde, dergilerde yazmaya çalışıyorum ve aslında bunlara çalışırken bir şeyler öğreniyorum. Yani o gözle baktığımda benim kuşağımdan, bizden daha genç ya da eski kuşaklardan bir yazara, o öyküyü nasıl kotardığının izlerini de görür gibi olduğumu düşünüyorum. Bunun, böyle bir çalışmanın benim yazımı da desteklediğini diye düşünüyorum. Bu gibi yazılar yazma konusunda Ömer Ateş’in etkisi olmuştur. Yazılı Günler’i hazırlarken, böyle yazılar da yazmalıyız, bu dergide bu tip yazılar da olmalı demiştik. Bana Osman Cemal’i de, Memduh Şevket’i de ilk öneren odur. Orada çıkan ilk iki yazım da o ikisi hakkındadır.

Metin Celal: Dergicilik biraz düzyazı yazmayı zorunlu hale getiriyor.

Behçet Çelik: Yazar yapıyor yani...

Atilla Birkiye: Tanıtmak, birini tanıtmak, eski, unutulan birini gündeme getirmek dergiciliğin önemli özelliklerinden...

Behçet Çelik: Bu arada atladığım bir nokta var. Bir de Kavram dergisi vardır. Üniversite yıllarında bir gün Semih Gümüş’e vapurda rastladığımda “Yeniden bir edebiyat dergisi çıkartmayı düşünüyor musunuz?” diye sormuştum. Edebiyat dergisi olduğu yıllarda Yarın’ı yayınlayanlardan olduğunu bildiğim için sormuştum bunu. O da “Düşünüyoruz,” demişti. Peşi sıra günlerde Atilla Birkiye bir gün Varlık’ta otururken bana, “Biz böyle böyle bir dergi çıkaracağız orada kitap tanıtım yazıları yazar mısın?” dedi. Atilla Ağabey hatırlıyordur. Kavram’ı yayınladılar Semih Gümüş’le birlikte ve orada da Gürhan Uçkan’ın bir öykü kitabını, galiba Gabriel’di adı, tanıtan bir yazı yazdım. Aslında yazdığım ilk kitap tanıtım yazısı odur.

Metin Celal: Tam tarih kaç?

Atilla Birkiye: 89 Mayıs ilk sayısı.

Behçet Çelik: Benim yazı ya ikinci sayıda ya üçüncü sayıda çıkmıştı. Ömer Ateş de düzenli yazıyordu orada. Kavram da aslında bizi Yazılı Günler’e götüren bağlardan biriydi.

Adnan Özer: Ben gireyim mi araya, bir şey soracağım. Şimdi tam burada bugün günümüzdeki yazarlık kavramını konuşmak isterim seninle. Bu anlattıklarından, zaten biliyorduk, izlenimimiz vardı ve kuvvetlendi. Sen eski tip bir yazarsın, tırnak içinde söylüyorum bunu.

Behçet Çelik: Bunu söylüyorlar.

Adnan Özer: Çünkü angaje olabiliyorsun, dergi çıkartıyorsun yani işte bir iş var mı yapayım, pedagojik yüklemi olan, yani şey diye tanımlamak istemiyorum yani bir akım içinde tanımlamak istemiyorum. Bu genel bir hani milenyumla ilgili bir şey yani büyük bir değişim. O yüzden de biraz geç meşhur oldun, çok daha önce olabilirdin bu tutumları alabilseydin.

Metin Celal: Ama biraz o yaşla da ilgili olabilir.

Adnan Özer: Evet. Şimdilerde moda şu, ya hiç tanınmıyorsun ya star sistemi var, ortası yok. Eskiden bir sürü yazar vardı, bir sürü şair, anlatabildim mi? Şimdi böyle unutulmuşlar ve ikinci sınıf ve aşağılık yazarlar diye bir tarafa atılmışlar var, atılmaya çalışılan. Diğer yanda da sürekli kitap satmaya çalışıyorsun delice. Böyle bir yaşam var, bıraktığın anda düşüyorsun. Böyle bir şeye sürüklediler yazarları.

Behçet Çelik: Burada sanırım dergilerin etkinliğinin yitirmesinin bir etkisi var gibi geliyor bana. Eski tip olmam biraz hani dergici bir yazar olmamdan geliyor. Yazılı Günler kapanıp Virgül ile tanışana kadar doğru dürüst üretken olmadığım bir dönem var, kendime dönüp pek çok şeyi gözden geçirmem açısından çok hayırlı olmakla birlikte, oradaki atalet biraz da yakın ilişkide bulunduğum bir dergi olmamasından kaynaklanmış olabilir.

Adnan Özer: Evet o görgüler çok önemli, hepimiz aldık. Şimdi soracağım şu. O normalizasyon dediğimiz şeyi nasıl sağlayabiliriz?

Behçet Çelik: Bilemiyorum. Belki zamanın ruhu artık buna izin vermiyordur. Ama bu biraz da şey, benzer kaygıları olan, benzer mizaçtaki insanların bir araya gelip bir şeyler yapmasıyla mümkün. Bu mizaçtaki biri tek başına bir şey yapamaz, birlikte hareket edecek, kafa dengi insanlar olması lazım. Bugün de bir araya gelerek dergi yayınlayan pek çok genç edebiyatçı var. Ama dergicilik biraz gözden düşmüş gibi.

Metin Celal: Yıllarca ara verdim diyorsun ve o arada bir nevi hesaplaşma da oldu yazdığınla. O dönemi biraz anlatırsan, ne oldu? Ne düşündün? Öykünü değiştirdin mi, geliştirdin mi? Nasıl yaklaştın?

Behçet Çelik: O yıllarda tanıdığım iki öykücü benim için önemli olduğunu düşündüm sonradan. Birisi Raymond Carver, diğeri de Vüs’at O Bener. O ikisini okuduktan sonra sanırım benim öyküden beklediğim şeyler ya da kafamdaki öykü biraz daha değişti diye düşünüyorum. Sadece o ikisi değil, sonuçta bir birikim, yıllar içerisinde oluşan bir şey. Ama en büyük etkiyi yapan Carver’ı ve Vüs’at Bey’i tanımış olmamdır. Elbette o yıllarda okuduğum başka pek çok yazar da.

O yıllarda 1998-2000 arasında hazırladığım bir öykü dosyası vardı, dosyayı İletişim yayınlarına gönderdim.

 

Orada şöyle çok küçük bir şey oldu. İletişim’in editörlerinden gelen yanıtta dosyanın içerisindeki iki öykünün dosyanın bütününe uymadığı eleştirisi vardı. Bu iki öyküyü bu dosyanın içerisinde biz uygun görmüyoruz, gibisinden bir eleştiri. Bu eleştiri de benim için çok ufuk açıcı oldu. O gözle bakınca, o iki öykünün aslında bir iç dökme arzusundan öte, çok da edebi bir kurgusu olmadığını, öbür öykülerden farklı olduğunu ancak o uyarıdan sonra görebildim. O da çok dolaylı da olsa bir şekilde benim kafamda bazı şeylerin oturmasına yol açtı.

Adnan Özer: Tematik değil yani o kitaptaki öyküler de.

Behçet Çelik: Değildi. Sadece Gün Ortasında Arzu’da öyle bir tema oldu. Bir de Diken Ucu’nun da bir bölümünde öyle bir tematik bir grup öykü var. Son iki kitapta oldu bunlar, ondan öncekilerde biriken öykülerden oluşuyordu kitaplar. İşte Herkes Kadar da o iki öykü dışındakilerle yayınlandı.

Metin Celal: Şimdi tabii orada, o dönemde askerlik filan deyince avukatlığa başlıyorsun, bir ev aile hayatı var, onların etkisi nasıl oluyor yazarlığa? O da çünkü bir bocalama. Şimdi benim düşündüğüm şey şudur, diyelim ki bir gencin yazar olmasında dönüm noktaları var: işte üniversiteye girmek, üniversiteyi bitirmek, askere gitmek, işe girmek… En cok elenme, işe girince, evlenince oluyor; bunların sana etkileri nasıl oldu?

Behçet Çelik: 93’tür benim için o eşik, yani Yazılı Günler’i kapattıktan sekiz dokuz ay sonra bir arkadaşımla birlikte kendi avukatlık büromuzu açtık. Zor bir dönemdi. Çok az iş olduğu için yazmaya, okumaya ayırabileceğim zamanım çoktu ama kafam rahat olmadığı için doğru dürüst kullanamıyordum o zamanı. Katılıyorum, çok rahat o dönemlerde ben de edebiyatla ilgimi kesebilirdim. Pek çok arkadaşım tam o dönemlerde bıraktı. Özellikle Gün Ortasında Arzu’daki bazı öykülerde çoktur bu, gençliğinde edebiyatla ilgilenip daha sonra bırakmış öykü kişileri. Bir şekilde ben de onlardan olabilirdimin farkındalığıyla o öyküleri yazdım, o arkadaşlarıma bir selam…

Adnan Özer: Hiç korktuğun oldu mu?

Metin Celal: Yazamıyorum, yazamayacağım gibi.

Behçet Çelik: Başka bir hayattı, öğrencilikten çok farklı. Burada bu işi sürdürme sıkıntısı her şeyden önemli görünüyor, zaten yoğun bir şekilde yazmadığım bir dönem. Evet, benim de korktuğum bir dönemdi, bir daha yazmayacak mıyım, diye. Bir de o dönem yayın dünyasında da bir sürü yeni yeni kitaplar çıkıyor, onlara yetişme telaşı da var. Onlara yetişememek de insanı ürkütüyor. Sanki çok şeyden geri kalıyorum ve hiçbir zaman yetişemeyeceğim…

Atilla Birkiye: Ama sonra bu telaştan vazgeçtin değil mi, nasıl olsa hepsine yetişilmiyor.

Behçet Çelik: Telaştan vazgeçmekten çok Virgül’ün bana desteği çok oldu o dönemde.

Metin Celal: Dergi disipline ediyor tabii.

Behçet Çelik: Bir de kitap dergisi olması, oraya yazı yetiştirme kaygısı vs. beni disipline etti. Sonuçta gündüz avukatlık yapıp akşam yazı yazan birisi oldum. Dolayısıyla başka şeylerden zaman çalmam gerekti ama bir yandan da avukatlığın verdiği sıkıntıyı telafi eden de edebiyat oldu.

Adnan Özer: Bir de senin yazarlığının başlarında olacak herhalde yani birinci aşamasında diyelim başlarında demeyelim de müthiş bir öykü patlaması oldu.

Behçet Çelik Tabii 95’lerde öyküye bir yöneliş oldu. Benim yazmaya ilk başladığım 80’lerin ikinci yarısında öykü kitabı yayınlamak çok zordu. Hatta bu konuyu işleyen birçok öykü okuduğumu hatırlıyorum. 90’larda daha kolaydı. Hemen her yayınevi öykü dizisi yaptı, öykü kitapları yayımladı ama bir yerden sonra deniz tükendi.

Adnan Özer: Şimdi sen o dalgadan da sağ selamet çıktın. Onu demek istiyorum değil mi, bu önemli.

Behçet Çelik: Sanırım 90’ların ikinci yarısındaki öyküdeki sıçramanın durması biraz 2001 ekonomik kriziyle ilişkili. Yayınevleri ondan sonra küçülmeye gittiler. Bu benim çok yazmadığım bir döneme denk geldi. Denizde olmadığım için o dalga beni etkilemedi. 95’lerdeki öyküdeki patlama ya da atılım 2001 ekonomik krizine kadar sürdü. Benim dışarıdan gördüğüm bu. 2001 ekonomik kriziyle yayınevleri krize girince belli bir küçülmeye gittiler. Öykü dizileri kapandı. Yayınevleri bir daralmaya gitti. Ciddi bir krizdi 2001 krizi. 2001’den sonra öykü kitabı yayınlamak zorlaştı. Benim öykü kitabım 2002’de çıktı. O yükseliş ve iniş döneminde benim zaten kitap yayınlamak gibi bir derdim yoktu.

Metin Celal: Peki, yazma alışkanlıkların nasıl? Ne zaman yazıyorsun? Nasıl yazıyorsun?

Behçet Çelik: “Haftasonu yazarıyım” diyordum bir ara. Gerçekten cumartesi, pazar zaman ayırabilirsem… Akşamları çalışıyorum. Gündüz, mesai saatleri içerisinde ancak bir gün önce yazdığım bir yazı varsa onun çıkışını alıp düzeltmekle falan uğraşabiliyorum. Kitaplar üzerine yazı yazmayı hâlâ sürdürüyorum. Adliye koridorları ya da bir adliyeden öbür adliyeye giderken ulaşım araçlarında kitap okuyup, okuma zamanını biraz gündüzden öyle çalabiliyorum ama sonuçta akşamları ve haftasonları benim yazı zamanım.

Metin Celal Peki, nasıl bir ortamda yazarsın? Özel büro mu lazım veya evdekiler televizyon seyrederken yazabilir misin?

Behçet Çelik: Küçük bir odam var benim. Bilgisayarım var orada. Ben odaya girdikten sonra orada rahat rahat yazıyorum. Evin diğer kısımlarında ne olduğu benim için çok bir şey değil.

Metin Celal Soyutlanma yani.

Behçet Çelik: Televizyon açıkken ben kitap okuyamam. Eşim çok rahat kitap okur televizyon açıkken mesela, ama ben onu yapamam.

Metin Celal: Peki yazma yöntemin nasıl? Önceden tasarlayarak mı yazıyorsun? Yoksa yazarken mi öykü kendini getiriyor. Nasıl yol alıyorsun?

Behçet Çelik: Çoğunlukla bir duygudan, bir bağlantıdan kalkarak buradan bir öykü çıkabilir gibi bir hisle yazmaya oturuyorum. Bazen bir cümle ile oluyor. Çoğunlukla nereye varacağını çok bilerek başlamıyorum.

Metin Celal: Peki notlar mı alıyorsun önceden?

Behçet Çelik: Yok, pek değil, onu çok ender yaptım. Daha çok aklımda kalanları daha sonra masaya oturduğumda yazdıkça tekrar hatırlayarak...

Metin Celal: Öykü kendini getiriyor diyebiliriz bir anlamda. 

Behçet Çelik: Çoğu zaman öyle ama bazı öykülerde de aslında ana olay akışının baştan kafamda oluştuğu da oluyor.

Metin Celal: Peki orada biçimin rolü, yani şu üslupla yazayım. Mesela birinci tekille yazayım veya olaya ortadan gireyim, sondan gireyim başa gideyim vs.

Behçet Çelik: Genellikle şöyle oluyor. Öyküyü yazıyorum. O yazdığımı kesip biçerek ve değiştirerek o söylediklerinizi yapıyorum. Bazen bakıyorum ki aslında öyküye başladığım ilk iki paragraf lüzumsuzmuş ya da son iki paragraf lüzumsuzmuş deyip.

Atilla Birkiye: Hâlâ babanın daktilosunda mı yazıyorsun?

Behçet Çelik: Onu maalesef kaybettim.

Adnan Özer: Paul Auster’ın çok güzel bir şeyi var. Diyor ki; “kalemle yazıyorum çünkü bilgisayar bir jest yaratıcılıkta” enteresan. Bir alet kullanma yani bir çapa kullanma gibi bir şey. Senin öyle takıntıların var mı? Mesela üçüncü hamur kâğıt kullanmak vs. Kalemi şöyle olur, mürekkebi şöyle olur...

Behçet Çelik: Son kitaplarımda doğrudan bilgisayarda yazmaya başlayıp oradan devam ettim ama hepsinde en az beş altı kez çıkış alıp kalemle düzelterek, kesip biçerek...  Daha önceki kitaplarda hep güzel bir yazıyla, güzel bir deftere, güzel bir kalemle yazayım diye başlarım ama yazdıkça yazım çirkinleşir. Okuması zorlaşır bir tek benim okuyabileceğim bir hale gelir. Sonra onları bilgisayarda temize çekmek aslında öyküyü tekrar yeniden yazmak gibi olurdu.

Atilla Birkiye: Kendi yazını okuyorsan bu güzel bir şey, bir de kendi yazısını okuyamayanlar var; buradan bir yere sıçramak istiyorum. Ayda kaç kitap okuyorsun? Yazı böyle de kitap okuma nasıl?

Metin Celal: Çok okuduğun hissediliyor.

Behçet Çelik: Ben son bir yıldır neredeyse ayda iki-üç kitap yazısı yazdığım için iki-üç kitap okumak zorundayım. Ama okuduğum kitap sayısının bunun üzerindedir. Ama dördü beşi de çok geçememiş olabilir. Kitap hazırladığım dönemlerde haliyle yazmaya, okumaya ayırdığım zamanı daha çok o işe ayırmam gerekir, bu da okumadan feragat etmeyi gerektiriyor.

Metin Celal: Peki, öykü için özel okuma yaptığın oluyor mu?

Behçet Çelik: Onu pek yapmadım. Şu sıralarda bir öykü için öyle bir çalışmam var ama bundan önce pek öyle bir şeye girmedim.

Metin Celal: Ya da şöyle diyeyim, araştırma yapar mısın öykü için? Diyelim ki bir kahramanın var, bir iş yapıyor, atıyorum tekstil fabrikasında çalışıyor. Mesela bu nasıl çalışır filan diye…

Behçet Çelik: Yo, onu tek tük yaptım. O da yani öykülerden birisi şeydi, yani belli bir proje için yazılan bir öyküydü. O projede öyle bir şey yaptım ama onun dışında çoğunlukla zaten hani benim kendi dünyam içerisinde kurduğum şeyler oluyor.

Adnan Özer: O zaman sürekli metinsel bir döngü olmuyor mu? Çünkü metinlerden besleniyorsun ağırlıklı...

Behçet Çelik: Sonuçta belli bir sosyal çevre daha baskındır benim öykülerimde. Dolayısıyla benim de zaten ait olduğum sosyal çevredir bu. Belli bir kuşak… Birisi bana demişti, “Sen yaş aldıkça öyküsünü yazdığın öykü kişilerinin de yaşı ilerliyor.” Sanırım ben aslında kendi kuşağımın hikâyesini ya da macerasını, belki de hayat çizgisini yazıyorum. Çok metinsel bir öykü anlayışım yok benim. O yüzden hani o metne kısıtlı kaldığımı sanmıyorum ama hani belki içe dönüklüğün getirdiği kendini tekrar eden bir yapı görülebilir.

Metin Celal: Otobiyografik özellikler var mı?

Behçet Çelik: Bir kısmında var.

Metin Celal: Eleştirmen Behçet Çelik olarak baktığında eski yazdıklarına, yahu ne kadar çok hayatımdan bahsetmişim ya da ne kadar çok Adana’dan bahsetmişim, der misin?

Behçet Çelik: Eleştirmen diyemem kendim için. Dışarıdan da ne kadar bakabilirim, onu da pek bilemem… Şunu söyleyebilirim ama. Arkadaşlarımdan ne kadar çok bahsetmişim, derim.

Adnan Özer: Şöyle bir sacayağında duruyor Behçet’in yazarlığı, o çıkıyor. İşte bir özyaşamöyküsel bir özelliği var. Ama “utangaç” bir yazar olduğu için, tırnak içinde söylüyorum, onu sonuna kadar götürmüyor. Öyle nostaljik değil. Kuşağının hayat çizgisini devam ettirmek istiyorsun.

Behçet Çelik: Öyle bir şey.

Adnan Özer: Üçüncüsü de işte bu senin okudukların, gözlemlerin falan gibi bir ayakta duruyor sanki.

Behçet Çelik: Daha önce de söz etmiştim. Bazı öykülerimde edebiyatla ve siyasetle gençlik yıllarında yakın teması olmuş daha sonra bunu sürdürememiş öykü kişileri var. Gün Ortasında Arzu’nun ilk bölümündeki öykülerde de şöyle bir şeyden çıktı, ben İstanbul’da kalmayıp Adana’ya dönmek zorunda olsaydım neler yaşardım sorusunun peşinden gittiğim öykülerdir onlar. Tabii daha farklı bir aile içerisinde, daha farklı bir adam olarak ama biraz bu sorudan yola çıkarak. Yani yaşanmışlığa yaslanılmakla birlikte çok da öz yaşamsal değil. Dediğim gibi, daha çok benim yaşıtlarımın, kuşağımın izinde giden bir şey.

Atilla Birkiye: Peki bir hikâye yazarken ya da bir metni yazarken ben çok kendi yaşamöyküme girdim, az ya da çok neyse, biraz mesafe koyayım, diyor musun? Yazma sürecinde bu tür şeyler oluyor mu, yoksa bu nasıl olsa yazılması gereken bir şey, diye mi düşünüyorsun; ve böyle bir kontrol oluyor mu? Tersine bir kontrol.

Behçet Çelik: Son dönemde aksine bunu fark ettiğim zaman üzerine gitmeye çalışıyorum. Bu kurmaca deyip işin içinden çıkabilirim. Ama yayınlandıktan sonra bu soru çok geliyor. Ya bak, bu sen misin? Bunu sen mi yaşadın?

Atilla Birkiye Daha çok yazma sürecini sordum, üzerine gitmen önemli...

Behçet Çelik: Son dönemde bir parça insanın iç dünyasını bir parça eşelemek gibi bir kaygım olduğu için kendi iç dünyamı değilse bile benzer bir ruh durumundaki öykü kişisinin iç dünyasıyla, ruhsallığıyla haşır neşir olarak yazmaya çalışıyorum galiba.

Metin Celal: Dünyanın Uğultusu romanında ne kadar Behçet Çelik var? Romanda Kadıköy var sanki.

Behçet Çelik: Evet, ama mesela bir başkası da Cihangir’i anlattığımı düşünmüş. Cihangir’de yaşayan biri. Hani denize yukarıdan bakan bir çay bahçesiyle başlar ya roman, o kişi Cihangir diye düşünmüş orayı. Kahramanın gittiği kafeleri de Beyoğlu’nda diye düşünmüş. Haklısınız, yazarken hep Kadıköy vardı kafamda, yirmi beş yıldır yaşadığım yer. Ama yer ismi belirtmedim, isteyen istediğini anlasın, görsün dedim.

Adnan Özer: Niye roman yazdın?

Behçet Çelik: Aklımdaki konu öyküyü aşıyordu. Bu roman olur, dedim. Orada konu bir finans kuruluşunda çalışan bir kişinin işsiz kalmasıdır. Benden birkaç yaş büyük biridir. 2001 krizinde geçer roman, benim öyle işsizlik dönemim olmadı, bir finans kuruluşunda da çalışmadım. Beyaz yakalı da olmadım.

Metin Celal: Çevre, şey, orada yaratılan yaşam şeyi bana çok mesela Cihangir’e yakın gelmiyor. O daha çok bizde Kadıköy’de belki Merter’de var yani. Orta sınıf hayat tarzı var romanda.

Behçet Çelik: Sonuçta kendi iyi bildiğim çevrenin içerisinden bakarak yazdım. Mesela Herkes Kadar yayınlandığında bir yazar da; “Ben sizi Ankaralı sanıyordum” demişti. Bütün o öykülerin Ankara’da geçiyor düşüncesiyle okumuş. Halbuki ben Kadıköy çok bariz o öykülerde, diye düşünüyordum; sonradan Ankara ile Kadıköy’ün de benzeştiğini düşündüm.

Atilla Birkiye: Galiba bir sohbette sen de söylemiştin, roman zorladı mı seni yazarken?

Behçet Çelik: Ben roman yazmaya zor teşebbüs ettim.

Atilla Birkiye: Şunun için soruyorum, hikâye ile romanı birbirine çok benzetmem de...

Behçet Çelik: Çok farklı disiplinler. Onu yaşadıktan sonra ben fark ettim. Romana cesaret edemiyordum. Gündüz başka bir işle uğraşırken romanın ihtiyaç duyduğu yoğunlaşmayı sürdüremem diyorudum. Fakat bir arkadaşım yazabilirsin, denemelisin dedi ve ben bakalım yazabilecek miyim düşüncesiyle biraz da öylesine, sürdüremezsem bırakırım diyerek başladım. Roman daha çok zaman istiyor ama zamanın ötesinde yoğunlaşma istiyor. Daha çok disiplin istiyor.

Metin Celal: Peki, o anlamda mesela roman yazmada öykünün getirdiği handikaplar oldu mu? Çünkü öykü diyelim ki belli bir sınırı olan bir tür olduğu için onda zaten kaç tane de kitap yazmışsın ki yirmi yıl da emek var. O bir sıkıntı yaratıyor mu?

Behçet Çelik: O anlamda çok sıkılmadım ama bir şekilde şunu gördüm, öykü yazarken cümle cümle, her cümlenin peşinden gitmek gerekiyor. Romanda da onu yapmaya çalıştığımda elimin yavaşladığını gördüm. Bu da aslında kötü bir şey değil, iyi bir şey hatta. Bence öykü, bunu sağladı. Ama şunu bilmiyorum, hani roman yazdıktan sonra yazdığım öykülerde bu sefer de romanın o gevşek dokusu nedeniyle bir gevşeme olmuş mudur; onu da ben bilemiyorum. Dışarıdan okuyan bilebilir, görebilir, bir şey söyleyebilir.

Metin Celal: Peki, şimdi disiplin deyince aklıma geldi. Bazı arkadaşlarımızın, düzyazı yazan özellikle, alışkanlığı var, onlar diyorlar ki işte akşam, gündüz önemli değil her gün masaya otururum. Muhakkak yazarım. Senin öyle bir alışkanlığın var mı?

Behçet Çelik: Öyle bir şey yok ama zaten yazmaya ayırabileceğim sınırlı bir zamanım olduğu için onu daha etkin bir şekilde kullanma zorunluluğu gerekiyor. Ama roman yazdığım dönemde bir şey yazamayacaksam bile bir gün önce yazdıklarıma göz atıp o akışı diri tutmaya çalıştım, çünkü araya çok zaman girince zaman ve duygu akışını yakalamak zor oluyor. Ya da belli zamanlarda dönüp baştan itibaren yazdıklarımı tekrar bir okuyup o romanın duygusunu dilini ve akışını yakalama ihtiyacı doğuyor.

Metin Celal: Peki, romanı yazmaya başlarken önceden planladın mı yoksa öykü gibi yine yazarken mi gelişti?

Behçet Çelik: Romana başladığım zaman ana çizgileri belliydi. Ama tabii o çizgilerde kalmadı. Yani saçaklandı. Yazmanın sevdiğim yanı odur. Yazma anında nereye varacağımı bilmediğim bir işin içerisinde olmak ve bazen bitirdiğim zaman bunu hiç beklemediğimi fark etmek.

Metin Celal: Öykücülerin üzerindeki en önemli manevi baskılardan biri yayınevleri sürekli roman yaz, roman yaz diye bir şeyde bulunuyorlar. Sana öyle bir şey oldu mu?

Behçet Çelik: Olmadı. Mesela Dünyanın Uğultusu’nu bitirdikten sonra yayınevine götürdüğümde Mustafa Aslantunalı şaşırdı. “Hiç haberim yoktu senin roman yazdığından” dedi, birkaç yakın arkadaşım dışında kimseye söylememiştim. Bugünlerde ben ikinci romanımı bitirdim. Mart’ta yayınlanacak. Can Yayınları’ndan da, sadece bir şeyler yazıp yazmadığımı sordular, yoksa öykü yaz ya da roman yaz gibi bir şey olmadı. Tamamen kendi seçimimle oldu.

Metin Celal: Gün Ortasında Arzu ile 2008’de Sait Faik Hikâye Armağanı var, ondan sonra Diken Ucu’yla da Haldun Taner Ödülü var. O ödüllerin sana nasıl bir hissi oldu? Yazarlık açısından diyorum tabi, tanındım filan değil de yazma işlemi açısından...

Behçet Çelik: Sait Faik Hikâye Armağanı benim en çok önemsediğim ödüldür. Ve hani o ödülün listesinde bir senede de benim de adımın ve kitabımın bulunması beni çok sevindiren bir şey oldu, ama bu ödülü aldım artık başka bir şey yapmalıyım gibi bir şey yaşamadım. Ama denk düştü ödül aldığım sırada Dünyanın Uğultusu yayınlanmak için bekliyordu, tezgâhtaydı yani, yayınevine teslim etmiştim, o aşamadaydı. Peşinden roman çıktı. Gene Haldun Taner ödülü de, Haldun Taner çok sevdiğim bir öykücü olduğu için beni onurlandıran bir ödül oldu ama ekstra bir motivasyona neden olmadı.

Metin Celal: Kahramanların, özellikle anlatıcı kahramanların oluyor senin genellikle, onların konumuyla senin aranda nasıl bir bağ oluyor? Birebir özdeşleşiyor musun yoksa yabancılaşıyor musun? Nasıl bir şey?

Behçet Çelik: Aramızda bir yakınlık oluyor. Mesela şöyle bir şey oldu, kızdığım bir insanın öyküsünü yazarken o insanı bağışladığımı hissettim. Bir tür aslında insanın şefkat ya da sevecenliğini arttırıyor yazmak. Sonuçta birisinin dünyasına girmek, onun dünyası içerisinden neyi niçin yaptığını sorgulamak oradan bir olay akışı bulmak, bir tür empatiye yol açıyor. Ama çoğunlukla zaten yakın hissedebileceğim kimselerdir seçtiğim kahramanlar. Tek tük dediğim gibi aslında kızdığım, bana ters gelen birileri de vardır ama galiba onlara da anlayışımı arttırıyor onlar hakkında yazmak ya da onların dünyasına derinlemesine girmek.

Metin Celal: Tabii şimdi öyküde tek bir kahramanın üzerinden gidilebiliyor ama romanda bu mümkün değil. Birçok kahraman birçok olay olması gerekiyor. O anlamda da o deminki şeyden geleceğim yani öyküden gelip roman yazan birçok arkadaşta sen de görüyorsundur, ya bunları öyküde de yazabilirdi diye düşündüğümüz bir şey oluyor, ağarlık oluyor ya da belki yapılandırmada da onu öyle ister istemez yapıyorlar. Her bölüm başlı başına bir öykü olabiliyor veya bölümcükler diyelim, yapının içinde. Böyle bir şeyin senin yazmanda etkisi olduğunu düşünüyor musun? Mesela işte kahramanlarla yakınlaşma, şimdi orada birçok kahraman var, Dünyanın Uğultusu’nda diyelim, kadın kahraman var vs.

Behçet Çelik: Dünyanın Uğultusu’nda üç tane esas, başkahraman var ama üç öykü değil sonuçta, üç öyküden oluşmuyor. Onun kendi bir olay örgüsü var. Ama gene de oradaki erkek kahraman biraz daha baskın, daha çok yer alır, biraz onun romanı gibi ilerler. Ama şu olmadı yani baştan kafamda çizdiğim plan içerisinde zaten o üç kişi vardı ve bu olay örgüsü kabaca kafamda belirliydi o yüzden öyle bir…

Atilla Birkiye: Romanın planını baştan çizdin mi?

Behçet Çelik: Evet, öyküye göre romanda biraz daha planlı başlıyorum galiba ama çok kaba hatlarıyla oluyor. O plana da çok uymuyorum. O plandan da taşıyorum.

Adnan Özer: Hacim olarak da taşıyor musun? Yani mesela şu planı şu kadar sayfada anlatacağım diye yola çıkıp iki katı kadar kaptırdığın oluyor mu? Yoksa daralttığın oluyor mu? Öykücüsün çünkü…

Behçet Çelik: Galiba ikincisi daha çok, kısa kesiyorum. Baştan bir plan yapmıyorum ama şu kadar yapacağım diye bir tasarı olmuyor kafamda, yani şu bölüm şu gün bittiğinde biter diyorum. Ama diyelim ki beş sayfada değil iki sayfada bitiyor. Ama ben bunu beş sayfaya uzatayım gibi bir kaygım olmuyor. O zaman o bölüm iki sayfalık bir bölüm oluyor ve sonraki bölüme geçiyorum.

Metin Celal: Romanın rahatlığı var Adnan’ın da söylediği gibi sarksa bile o sarkmayı çok fazla görmeyebiliriz, rahatsız etmez ama öyküde bu göze çarpar…

Adnan Özer: Moda deyimiyle kullanayım iyi stilistlerdir öykücüler.

Behçet Çelik: Romanda da bunu yapabiliyor muyum, bilmiyorum. Benim çok fazla şansım yok yazdıklarıma dışarıdan bakmaya. Ama düzelti okumaları sırasında bir öyküyü okurkenki hassasiyetle; bu kelime burada fazla, burada söyleyiş aksamış diyerek özen gösteriyorum ama sonuçta yine de biri beş sayfalık bir metin, diğeri iki yüz sayfalık bir metin.

Atilla Birkiye: Peki, teknik bir soru soracağım hemen hemen bütün yazdıklarını okudum. Hikâyedeki, hikâyenin akışı sırasındaki betimlemelerle romandaki nesne çevre betimlemeleri aynı mı sende? Ya da bu betimlemeleri mesela diyelim ki bir adam yemek yapar, o detayları anlatırsın, bu hikâyeye bir yararı vardır; ama romanda mesela bunlardan vazgeçiyor musun? İkinci okumalarda, üçüncü okumalarda anlatabiliyor muyum, bunu yazarken ilk süreçte ondan sonra bu tür betimlemelerin, yani işlevsel mi bakıyorsun romanda betimlemelere?

Behçet Çelik: Betimlemeler çok fazla değil; öykülerimde de romanlarında da azdır. Romanda iç konuşmaların bazen sarktığını fark edip oradan kestiğim oldu. Betimlemelerde çok öyle gözüme batan betimlemeler olmadı, ama dediğim gibi az zaten.

Atilla Birkiye: Mesela ben de şöyle bir izlenim oldu, onun için sordum. Belki eksik sordum. İşte çok iyi hatırlıyorum, işte gelir biri oradaki berjer koltuğu anlatırsın ilk hikâyelerinde, romanda bu tür şeyler yoktu, daha azdı. Sanki daha işlevseldi betimlemeler. Yani betimlemeler olay örgüsüne daha yardım ediyordu. Bunu bilerek mi yaptın yoksa o bir yazarlık süreci mi?

Behçet Çelik: Ama ben o kadar bilinçli yaptığımı sanmıyorum, öyle bir şey varsa bile…

Atilla Birkiye: Bilinçli yapmayabilirsin, doğru, ama kaleminin geldiği nokta aslında bilinçlidir biraz da. O kalemin getirdiği bir şeydir.

Behçet Çelik: Benim için önemli olan hep şu oluyor;  bu lüzumsuz mu, lüzumlu mu? Öyküde de böyle aslında öyküde de atmosferi yaratmak için o berjer koltuğun üzerindeki leke ya da yıpranmış kumaş dokusu önemli. Çünkü daha sonra o oda ve o kişi hakkında daha fazla ipucu verme şansım olmayacak; oradan yola çıkarak belki bir küçük bir ayrıntıya odaklanma daha elzem öyküde. Romanda nasılsa o odaya tekrar girilecek ve o odayı tekrar göreceğiz ve başka küçük şeylerle o resim tamamlanacak düşüncesiyle çok odaklanmadan mekânları geçmiş olabilirim.

Metin Celal: Peki farklı türlerde yazmaya nasıl bakıyorsun? Yani bir senaryo yaz deseler ne düşünürsün?

Behçet Çelik: Senaryo yazma dersleri almadan o işe kalkışmam. Çünkü tekniğini hiç bilmiyorum.

Metin Celal: Ya da tiyatro eseri...

Behçet Çelik: Onun için de bir hayli bir tiyatro oyunu okumak ve seyretmek gerekir gibi geliyor.

Metin Celal: Hevesin oldu mu diyelim ya da soruyu değiştirirsek. Sen dedin ya konu romanı gerektirdi roman yazdım. Şimdi öyle bir konu var ki bu anca sinemada veya bu tiyatroda çok güzel anlatılır diye de düşünebilirsin yoksa her şeyi öykü diye mi düşünebilirsin?

Behçet Çelik: Tiyatro ve sinema benim o kadar bildiğim konular olmadığı için aklıma gelen şeyi o biçim içerisinde tasavvur etmiyorum. O yüzden de öyle bir duygu bugüne kadar gelmedi ama şu oluyor; “ya bak işte senaryo işinde iyi para var sen niye senaryo yazmıyorsun” diyenler oluyor, arkadaşlarımdan çok sık bunu duyuyorum.

Metin Celal: Yani sen diyorsun ki öykü ve roman bana yeter.

Behçet Çelik: Şimdi sinema ve tiyatro bir ekip çalışması; benim öyle bir tecrübem de yok. Bir de senaryo yazacaksınız o filme çekilecek mi? O bir mecra bulacak mı?

Metin Celal: Nereden baksan yirmi yıllık bir emek var, neler görüyorsun kendi hikâyende? Nasıl değişmiş, nasıl gelişmiş?

Behçet Çelik: Az önce de konuştuğumuz gibi Herkes Kadar ile birlikte bir değişim var, ondan sonra Gün Ortasında Arzu ile bir başka değişme daha var galiba. Orada biçimsel olarak yan cümleleri daha çok kullandım. Bir şey yaparken zihnimizden başka bir şeyin geçiyor olmasını verebilme açısından, o yan cümleler işlevsel göründü bana. Uzun tire arası yan cümleler. Böylesi biçimsel bir şey bana edebi bir imkân gibi göründü. Sanki belli bir ânı anlatırken ikinci bir sese, ikinci bir zamana ihtiyacımız var;
sanki bu sayede onu verebilirmiş gibi geldi. Hatta sıkça kullandığım için eleştirildiğim de oldu ama onu öykülerin yapısında da bir farklılık olarak görüyorum.

Atilla Birkiye: Sıfat cümlecikleri, insanın ruhsal durumunu anlatmak için daha kolay, daha işlevsel. Niye eleştirilsin?

Behçet Çelik: Okuma zorluğu getiriyor galiba.

Atilla Birkiye: Ama sen zaten demin de söyledin yani romanda iç sesi yazıyorsun, insanın iç dünyasını yazıyorsun. Bu aslında, senin anlayışına çok denk düşen bir şey...

Metin Celal: Bölüm başlarında şiir alıntıları yaptın, insanlar çok ilgilendi onunla. Dün de hatta senin websitende gördüm, hep değinilmiş söyleşilerde. Mesela onları birer gönderme olarak kabul edebilir miyiz? Başka göndermeler de var mı öykülerin içinde veya romanda da?

Behçet Çelik: Metinlere göndermeler olduğunda sonuna koyuyorum. Dünyanın Uğultusu’nda ve bu çıkacak olan romanımda öyle bir şey yaptım yani alıntılar, göndermeler diye bir bölüm yapıp, cümle içerisinde geçiyor çünkü hani iyi kötü bir parça edebiyatla haşır neşir olmuş insanları anlatıyorum ve akıllarından şiirler geçiyor haliyle...

Metin Celal: Peki gizli göndermeler yok mu? Veya ne bileyim romanlardan, öykülerden gelmiş senin yazdığına giren şeyler?

Behçet Çelik: Tabii o tek tük oluyor. Onun dışında açık olanları bir şekilde ifade etmeyi de bir gönül borcu kabul ediyorum. Bir iki tanesini sakladığım da oldu. Onları da görebilenlerle aramızdaki bir selamlaşma sayıyorum.

Atilla Birkiye: Ne olmak istiyordun, ne oldun? Ve de romancılığından ne bekliyorsun? Romancılığın taze çünkü… Samimiyetle söyler misin lütfen.

Behçet Çelik: Samimiyetle şunu bekliyorum, “kendini tekrar ediyor bu adam” demesinler. İlk baştaki sorunuza gelince de hakikaten birkaç kitabı yayınlanmış ve yazmayı sürdüren biriyim ve bundan hoşnudum. Yazmak bana çok şey kazandırdı. İyi arkadaşlar edindim edebiyat sayesinde. Okuduklarımı daha farklı bir heyecan ve tat alarak okumayı da aslında yazarak öğrendim. Yazmak, bir başkasının dünyasına yakından bakmak, insanın ufkunu genişletiyor. İnsanın kendiyle ilişkisinde de bir şeyler değişiyor yazdıkça… Bu nedenlerle ben edebiyata minnettarım. İyi ki yazmışım ve yazmayı sürdürüyorum diyorum. Bir pişmanlığım yok. Niye yazdım diye hiçbir zaman demedim.

Metin Celal: Tabii, şimdi sonuç itibariyle anlattıklarından çıkardığımız satış amaçlı bir derdin yok. Edebiyat amaçlı yazarsın. Edebi yazarsın. Ama şöyle bir şey aklından geçmez mi? Bir kitabım yirmi bin tane satsa da bundan sonra işte avukatlık yapmasam, bütün günümü yazmaya ayırsam...

Adnan Özer: Yirmi ile olmaz o iş de…

Metin Celal: Sonuç itibariyle kitaplarıyla geçinen bir yazar olmak ister miydin? Tabii bunun manevi baskısı da var aynı zamanda, iyi bir yanı var, kötü yanları da var...

Behçet Çelik: İsterim çünkü özellikle bu son romanı yazarken mesleğin benden zaman çaldığı hissini yoğun hissettim. Yani sadece yazarak günlük hayatımı sürdürmeyi isterim. Ama Türkiye koşullarında ne kadar mümkün, onu çok bilemiyorum.

(Özgür Edebiyat'ın Mayıs-Haziran 2012 tarihli 33. sayısında yayımlanmıştır.) 

bottom of page