Lacivert Dergisi Söyleşisi
Sofya Kurban, Fulya Bayraktar, Gülşen Aytaç, Ömer Altun
Sofya Kurban: Okurlar için kısaca yazma serüveninizden bahseder misiniz?
Behçet Çelik: Ciddi anlamda yazmakla ilişkim lise yıllarımda başlar. Tam hatırlamadığım bir şekilde kendi kendime yazmaya başladım. Büyük bir olasılıkla kitap okumayı çok sevdiğim için, ben de bir şeyler yazabilirim düşüncesiyle kalkıştım. Evde babamın eski daktilosu vardı, o da bir motivasyon oldu benim için. Yazdıklarımı daktiloda temize çekmek kadar edebiyat dersinde yazdığım kompozisyonların öğretmenlerim tarafından beğenilmesi de benim için önemli motivasyonlardı. Bunların etkisiyle zaman buldukça kendi kendime yazılar öyküler yazmayı sürdürdüm. Lisede okurken bir-iki yazım yayımlandı. O anlamda şanslıydım. 1985 yılı Dünya Gençlik yılıydı. Milliyet Sanat Dergisi gençlere her sayısında iki sayfa ayırıyordu. Orada bir denemem çıktı. Adana’daki bir yerel gazetede yine bir denemem yayınlandı. O sıralarda Varlık’ın “Her Sayı Yeni Bir Öykücü” diye bir köşesi olduğunu fark edince, oraya bir öykü gönderdim. “Tek bir öyküyü değerlendiremeyiz, en az beş öykü olması lazım,” dediler, bu bile beni havalara uçurdu. Düşünün, on yedi yaşında, lise son sınıf öğrencisine, Türkiye’nin en köklü dergisinden yanıt geliyor. Elimde dört öykü vardı. Apar topar beşincisini yazıp gönderdim. Daha sonra o beşinci öykü yayımlandı. Tam o sırada üniversiteyi kazandım, İstanbul’a gittim. Yazışıyor olmaktan gelen bir tanışmışlıkla, Varlık’ın kapısını çaldım. Bu benim için önemli bir adım oldu. Varlık’ta öyküm yayımladıktan sonra, taşrada çıkan dergilere öykülerimi gönderdim ve yayımlandı. Karşı Edebiyat, Kıyı gibi dergilerde öykülerim çıktı. Üniversitede Genç Hukukçular diye bir öğrenci dergisi yayınlanıyordu. Orada da öykü yayımladım. Üniversiteyi bitirdiğim yıllarda da arkadaşlarımızla Yazılı Günler adıyla bir dergi çıkarmaya başladık. 1991 Ocak ayında çıkarmaya başladık, 1993’te kapandı. On dokuz sayı yayımlandı. Güzel bir dergiydi. Benim için çok önemli bir okul oldu. Derginin kapanışıyla mezuniyetim üst üste geldi. O ara biz dergiyi çıkartırken, benim ilk öykü kitabımı yayımladık. Yayınevlerinden kitap yayımlatmak zor olduğu için, derginin yayınevinden çıkarttık kitabımı. Sonra uzun bir süre yazmadım. Derginin kapanması bir kırgınlık yaratmıştı. Öğrenci hayatından çıkıp iş hayatına geçmek ayrı bir sıkıntıydı. Fakat bu yazmadığım dönemde okumayı sürdürdüm. Galiba o dönemde öykü anlayışımda da bir şeyler değişmeye başladı. 1997’de Virgül yayınlanmaya başladığında öykü yayınlamayan bir dergi olduğu halde bana çok yakın geldi. O dergiye ben bir çevirimi götürmüştüm. Çeviri vesilesiyle konuşurken, yazı da yazdığımı öğrendiler ve ben o dergiye yazmaya başladım. Bu, benim edebiyatla ilişkimi daha sıcak hale getirdi ve öyküye geri döndüm. 2002’de Herkes Kadar İletişim tarafından yayınlandı. Sonra da daha sık ve düzenli yazmayı sürdürdüm.
Sofya: Eserlerinize baktığım zaman, çok fazla “ses” gördüm. Ses, sizin için çok önemli bir şey gibi. Sesi tarif ediyorsunuz, kahramanlarınız sesin içinde varlar. Mesela vapurun sesi, kadının sesi, simitçinin sesi… ses kalabalığını ve ses kirliliğini duyumsuyoruz.
B. Çelik: Doğru olabilir, ama bilinçli bir tercih değil. Siz söyleyince fark ettim. Ayrıntıları önemsiyorum. Öykü yazmamı ateşleyen fitil gündelik hayattaki ayrıntılar. Dolayısıyla, bu bir ses de olabiliyor, görüntü de olabiliyor. Dünyanın Uğultusu adlı kitabım, ismiyle bu ses kirliliğini veriyor zaten. Belki o seslerin atmosferi önemli, mesela yandan gelen flüt sesi, şu anda benim dikkatimi çekiyor. Bu mekânı anlatacak olsam, o flüt sesinden girebilirim öyküye. Dediğim gibi atmosferi vermeyi önemsiyorum. Çünkü her şeyi anlatmayı seven bir yazı tarzım yok. Dolayısıyla sesi anlattığımda, o sesin yarattığı duyguların üzerinden okura bir şeyler geçebilir diye düşünüyorum. Ses atmosferin bir parçası, ama siz söyleyene kadar, sese çok önem verdiğimin farkında olmadığımı itiraf etmeliyim. Gündelik hayatta ses beni çok rahatsız eden bir şeydir, konsantrasyonum çabuk dağılır. Belki bundan da kaynaklanıyor olabilir. Bunun yanında müziği çok severim. Müzik dinleyerek yazarım mesela. Sesle böyle bir ilişkim var. Demek ki bu, bir şekilde yazıya da yansıyor.
Fulya Bayraktar: Nasıl ortamlarda yazıyorsunuz? İlham mı gelir, yoksa oturup, benim yazmam lazım mı dersiniz?
B. Çelik: Öykü ve romanlar için farklıdır, düz yazılar için farklıdır. Yani, düz yazılar için biraz daha disiplinli ve yapmalıyım diye kendimi kışkırtarak çalışırım. Öykülerde ise, az önce söylediğim gibi, herhangi bir şey bende bir pırıltı yaratır, şahit olduğum bir an, hissettiğim bir şey, bir duygu... Bunun peşinden gidersem bir öykü çıkabilir düşüncesiyle yazmaya başlarım. Nereye varacağını bilemem. Çoğu zaman bir yere de varmaz, ama vardığı zamanlarda da ortaya bir öykü çıkar. Fiziksel çalışma ortamı olarak kullandığım küçük bir odam var evde, orada çalışıyorum. Televizyon olan bir yerde çalışamam pek, ama demin de söylediğim gibi müzik eşliğinde çalışabiliyorum.
Fulya: Yazmaya, doğrudan öyküyle mi başladınız? Sanki şiir geçmişiniz var gibi. Yazdığınız öykülerde de şiirlerden alıntılar var.
B. Çelik: Yazmaya öyküyle başladım. Sonra bir-iki şiir denemem oldu, ancak pek beceremedim. Şiir okumayı çok seviyorum. Bugün yazılan şiirleri çok yakından takip edemesem de, hayatımın belli dönemlerinde bazı şiir kitapları hep başucumda oldu. Hayata biraz şiirle bakmayı severim. Benim sevdiğim şairi seven bir insan, benim için bir adım öndedir. Erken zamanda, şiiri beceremediğimi fark ettiğim için şiir yazmadım.
Sofya: Çağdaş Türk şairlerinden Gonca Özmen'i çok sevdim. Çağdaş şairlerimizden sevdikleriniz kimlerdir?
B. Çelik: Gonca Özmen'in şiirlerini severim. Birhan Keskin'in şiirlerini de çok severim. Geçen sene kaybettiğimiz şair Didem Madak’ın şiirleri de beni çok etkilemiştir. “Çağdaş şair”i bugün yazıp yayınlayan şairler olarak almazsak, Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Oktay Rıfat’ı çağdaşım şairler saydığımı söyleyebilirim. Onların şiirleri bugünü öyle derinden anlatıyor ki…
Gülşen Aytaç: Bir söyleşinizde "Her zaman sanat hayatı taklit etmez, bazen de tersi oluyor.” demişsiniz. Peki, sizi en çok etkileyen roman karakteri hangisi?
B. Çelik: Üniversiteye başladığım sene, Yusuf Atılgan'nın Aylak Adam'ını okumuştum. Babamın kütüphanesinde Anayurt Oteli vardı, lisedeyken onu da okumuştum. Yıllar sonra Yusuf Atılgan'nın kitapları yeniden yayınlanmaya başladı. Kitapların yeniden basıldığı galiba 2000 senesinde, yani benim okuduğumdan on dört on beş yıl sonra Virgül için bir Yusuf Atılgan yazısı yazacaktım. Kitaplarını yeniden okudum ve Aylak Adam'ı okurken ilk okuduğumda altını çizdiğim cümlelerin hâlâ altını çizebileceğimi fark ettim. Kendime ait sandığım kimi görüşler, kimi duygular, aslında o kitaptan alıp kendime mal ettiğim şeylermiş. En çarpıcı örnek budur. Pek çok romandan bir şeyleri aldığımı hissederim.
Sofya: Eserlerinizde; gündelik yaşamı, bireyleri ve onların mutsuzluklarını, iletişimsizliklerini gördüm. Yazmak için hepimizin bir sebebi var. Sizinki, yüzyılımızın mutsuzluğu gibi, yanılıyor muyum?
B. Çelik: Dil bir iletişim aracı olarak algılanır. Fakat aynı zamanla dil, hayatı da belirler hale geliyor, bu bir yerden sonra iletişimsizlik sebebi de olabiliyor. Bunu fark ettikten sonra, bu konu beni etkiledi. Zaten edebiyatın malzemesi dildir. Dolayısıyla, ne kadar aktarabiliyorsak, kendimizi de o kadar anlıyoruz demektir. Bu sorunlar, beni bir şekilde yazmaya iten nedenler oldu. Başlangıçta iletişimsizliğin neden olduğu mutsuzluğu anlatmak gibi bir amaçla öykü yazıyor değildim. Ama beni öykü yazmaya götüren sebebim bu. Haliyle, sizin tespitinize katılmamak elde değil. Diyelim ki, iki kişinin bitmiş bir arkadaşlığının öyküsünü yazıyorum. O iki insanın yolları neden ayrılır? Bu soruya yanıt aramıyorum. Ben sadece bir zamanlar çok yakın olan iki insanın, tekrar karşılaşması nasıl olur, ne kadar birbirlerini anlayabilirler sorusunun cevabını arıyorum. Dolayısıyla, çoğu zaman insanlar kelimelerle değil jestlerle birbirlerini anlarlar ya da birbirlerini anlamazdan gelirler. Bunları yazarken kendime ait bir şeyler de buluyorum. Ben galiba kendi sorunumu didiklemekle meşgulüm.
Fulya: Okuduğum yazılarda sizden bahsedilirken, daha çok Maupassant'tan, Çehov'dan, Sait Faik'ten bahsediliyor. Böyle, çok vurucu, şaşırtıcı, çok farklı sonlarla biten öyküler değil öyküleriniz. Daha mülayim, daha naif yazdığınız söyleniyor. Birincisi, böyle olduğunuzu düşünüyor musunuz, ikincisi diğer öykülerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
B. Çelik: Günümüz öykücülerinde beni heyecanlandıran şey, çeşitlilik. Çok farklı öyküler yazılıyor. Bu beni sevindiriyor ve farkında olmadan birbirimizden etkilendiğimizi düşünüyorum. Çoğu zaman klasiğe yakın yazıyorum, ama ucundan postmodern sayılabilecek bir şeyler yazmışlığım da vardır. Sonuçta yazı, yazdıkça gelişiyor. Ben yazarken klasik öykü yazayım diye de oturmuyorum. Ortaya bu çıkıyor.
Gülşen: Orhan Pamuk, babasının bin beş yüz kitaplık kütüphanesi olduğunu ve oradan çok beslendiğini söylemişti. Sizin de böyle bir imkânınız var mıydı?
B. Çelik: Bu anlamda çok şanslı bir çocuktum. Edebiyatsever bir anne-babanın çocukları olarak, güzel kitapları olan bir evde büyüdüm. Ayrıca babam gençliğinden itibaren yayınlanmış pek çok dergiyi alıp biriktirmiş. Yaz tatillerinde sıkıldıkça on beş yıl yirmi yıl önce çıkmış bu dergileri karıştırma imkânım olurdu. Baştan zehirlenmiştim sanırım. Benim için çok büyük şanstı. Benden bir buçuk yaş küçük kardeşim var. Kardeşimle birlikte büyüdük. O mühendis oldu, yılda bir iki kitap ya okur ya okumaz. Öğrenciyken de öyleydi. Babamla annemin kitapları nedense onun ilgisini çekmedi, ama benim çok çekti. Sadece çevre ve imkânlar değil sanırım insanı okumaya, yazmaya iten.
Sofya: Üç yüz yıl sonra; birileri kitaplarınızı okuduğunda, bu yüzyılın insanı ne yapmış diye sorguladığında, yalnızlığı bulacağını düşündüm.
B. Çelik: Son kitaplarımda, biraz da kendimizle iletişimimizin kopukluğu benim meselem oldu. İnsan kendini ne kadar anlıyor, kendinin ne kadar farkında, bunu soran öykü kahramanlarım var. Benim öykü kişilerimin az konuştuğu söyleniyor. Çünkü onlar kendi içlerinde bir şeylerle meşgul, o yüzden biraz az konuşuyorlar belki de. Tabi, bu az konuşma da sizin dediğiniz gibi bir iletişim kopukluğuna yol açıyor.
Sofya: Dünyanın Uğultusu'nda, kahramanınız iki kadın (Ayla, Aynur) arasında kalıyor. Tercihini de, kendisini çok iyi anlayabilecek, sevebilecek olandan değil de, daha güzel olandan yana yapıyor. Aslında kendi kuyusunu kendisi kazıyor. Belki de kendisini tanımadığı için mutsuzluğa yöneliyor.
B. Çelik: Buna katılırım. Ancak Ayla'nın başka yanları, Aynur'un başka yanları kahramanı etkiliyor. Kendi içindeki o çelişkiyi, kendi içindeki uzlaşmaz adamı taşıyor olması nedeniyle o bölünmüşlüğü yaşıyor. Bu da dediğiniz anlamda açmaza doğru taşıyor onu. Hepimiz için de bu geçerlidir aslında. Tutarlı, bütünlüklü hayatlar yaşamıyoruz, çok derin içsel çelişkilerimiz var. Bu çelişkilere yoğunlaşmak, bunları biraz dürtmek, edebiyat üzerinden bunu kurcalamak bana hem heyecan veriyor hem de bu yolla bir şeyler de öğrenebilirmişim gibi geliyor.
Fulya: Soluk Bir An'da, mutsuz bir evlilikten yola çıkarak, insanın kendisini, ilişkisini, sosyal konumunu irdelemişsiniz. Sanki biraz ironi de var romanda. Mizah yönünüzün kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Yine bu kitapta, "Her şey camı silmek için uzanmasıyla soluğunu yanağımda hissetmemle başladı." şeklinde anlatabilir hikâyeyi Taner diyorsunuz. Sanki okura, hikâye okuduğunu hissettirmeye çalışır gibi bir havanız var. Sizce okur hikâye okuduğunun ayırdında olmalı mıdır?
B. Çelik: Bizi Biz Yapan Hikâyeler adlı çok sevdiğim bir kitap var. Bu bir edebiyat kitabı değil. Bizim kendimizi anlatırken, aslında bir hikâye yazdığımızı anlatmaya çalışır kitabın yazarı. Ben bir Behçet Çelik anlatıyorum size burada. Bu gerçek Behçet Çelik mi? Bu sadece benim anlattığımdır. Bunun farkındalığını korumak istiyorum. “Okuduğunuzun bir edebiyat metni olduğunun farkında olun” uyarısından çok, “yaşadığınızı yazarken ve ifade ederken de bir hikâye anlattığınızın farkında olun” demek istiyorum. Taner, “Ben bunu buradan başlatabilirim,” dediğinde, bu söylemeye çalıştığım şeyin farkına varıyor bir an. Kendimize ait anlattığımız her şeyi, başka türlü de anlatabiliriz. Dolayısıyla, anlattıklarımıza mutlak değer vermeyelim. Bunların içinde yanlışlar olabilir, boşluklar olabilir, bilemediğimiz yanlar olabilir. O boşlukları, bilinmezlikleri koruduğumuz zaman, aslında hayata ilişkin daha farklı bilgi anlayışı ortaya koyabiliriz. Mutlak bir şekilde tanımladığımızda, çok katı bir yapı oluşuyor ve onun sarsılmaz bir yanı oluyor. Taner karakterini daha anonim yapabilmek için, böyle bir anlatıcıdan yola çıktım. Romanı ilk yazmaya başladığımda, birinci tekil şahıs anlatımı tatsız geldi, sonra da üçüncü tekille anlattım. Anlatıcının Taner'e yakın olmasından dolayı, Esra’yı ve Yasemin’i ancak Taner'in onları gördüğü kadar anlatabiliyor. Dolayısıyla, Taner'in dünyasına girmeyen şeyler romanın içerisinde yok. Böyle bir odaktan bakmayı tercih ettim. Anlatıcı Taner'e çok yakın, ama Taner değil.
Fulya: Aynılaşmaktan, tek tipleşmekten bahsediyor Soluk Bir An'da roman kahramanı. Sürü olmak, herkesin gittiği yerden gitmek kolayına geliyor. Sizce, insanın doğasına uygun bir şey mi, herkesin yaptığını yapmak? Romanda, Taner "Hiç düşünmedim, herkes öyle yapıyor diye, ben de yaptım. evlendim çocuk sahibi oldum." diyor. İnsanlar bir yerden sonra sorgulama yoluna mı gidiyor?
B. Çelik: Sanmam, herkes o yola gitmiyor. Bu sayede zaten o yol anonim bir yol oluyor. İnsanlara bu doğru yolmuş gibi geliyor. Herkes yaptığına göre, bu en az zarar verecek yol gibi duruyor, ama herkes için böyle değildir. Bazısı için çok sonradan büyük problemlere yol açabilir. işte Taner de öyle bir karakter.
Sofya: Tutarsızlık ve kendimizden memnuniyetsizlik bir şeylerin kırılmasına neden oluyor. Kadın erkekten uzak, erkek kadından. Yaşadığımız yüzyıl insanı insandan uzaklaştıran mutsuz bir çerçeve çiziyor gibi, kitaplarınız da bunu yansıtıyor.
B. Çelik: Çok insani bir toplumsal yapıda yaşamıyoruz. Toplumun örgütleniş biçiminde, insanı gözeten bir şey yok – insan değil eşyayı, mülkü gözetiyor modern toplum. Bunun ceremesini yine insanlar çekiyorlar. Bu da benim edebiyatla üzerine gitmeye çalıştığım, hem görmeye hem de gördüklerimi başkalarına göstermeye, bu şekilde baş etmeye çalıştığım bir temel bir sorun.
Fulya: Özellikle erkek ilişkileri ve kadınların kendi aralarındaki ilişkileri hakkındaki tespitleriniz çok güzel. Bir kadın başka bir kadına aldığı bir bluzu anlatırken bile, orada bir duygu akışı olduğuna yer vermişsiniz. Nasıl coşkuyla anlatıldığından bahsetmişsiniz. Bir de eleştiri yapıyor anlatıcı zaten. Taner, biz erkekler arasında böyle bir şey olmuyor diyor. Evlilikler de belki bu sorgulama sürecinde bitiyor. Ne dersiniz?
B. Çelik: Katılırım bu söylediklerinize, sonuçta bu benim gözlediğim bir şey. Dolayısıyla anlatıcı da bunu bu şekilde ifade ediyor. Erkeklerin dünyası biraz daha korunaklı, biraz daha duvar arkasında. Kendimizi saklamayı daha çok önemsiyoruz biz. Erkekler zayıf görünmek istemedikleri için, bunu öğrenerek büyüyoruz, karşı taraftan saldırı tehdidini daha çok alıyor ve içine kapanıyor galiba. Kadınlar duygusal saldırıya maruz kaldıklarında (bu insanın kendi içinden gelen bir duygusal taşma da olabilir) daha farklı tepki veriyorlar, onların duruşları bana daha cesur geliyor. Dolayısıyla, onlardaki cesaret, iletişimde ve duygu alışverişinde daha doğrudan. Bir erkeğin duygularını ifade etmesi çok daha zor.
Sofya: Sizin romanlarınız biraz da kadınları anlatıyor sanki…
B. Çelik: Dünyanın Uğultusu, aslında Ahmet'in romanı gibi gider, ama Aynur’la biter. Onunla bitmesi boşuna değil. Soluk Bir An'ın da, Taner'in Mine'yi anmasıyla bitmesi boşuna değil. Bir ipucu vermiş olayım.
Sofya: Sizde biraz feminist bakış açısı var.
B. Çelik: Eğer öyle bir şey varsa, bununla gurur duyarım.
Fulya: Soluk Bir An'da Esra ile ilgili çok fazla bilgi verilmiyordu. Taner aşk sarhoşu, hiçbir şeyi görmez vaziyetteyken, bir gece gecekondu semtinden geçerken Esra’nın söylediklerinden dolayı bir uyanış yaşar. Oraya kadar, aşkın gözü kördür söyleyişini hissediyorsunuz. Fakat o noktadan sonra, aşkın gözünün kör olmadığını anlıyorsunuz. O uyanışı sağlamanız da benim çok hoşuma gitti açıkçası.
B. Çelik: Şunu sormak isterim. Onu fark ettiği için mi uyandı, yoksa uyanması mı bir şeyleri fark etmesine sebep oldu. Burayı biraz muğlak bırakmayı tercih ettim. O noktanın farklı farklı okunabileceğini düşünüyorum.
Sofya: Romanlarınızın ve öykülerinizin büyük sonları yok. “Ey okur, farklı bir hikâye anlatmayacağım, bildiğin bir hikâyeyi bir de benden dinle” der gibisiniz. Makro bir bakış açısından ziyade, mikro bir bakış açısı görüyorum. Net bir doğru veya yanlış yok…
B. Çelik: Umarım vardır. Zaten bir tavır var. Ben yazdım, herkes ne anlarsa anlasın değil. O düğümlerin altını çizmemden, bir tavrın varlığından söz ettiğimi umuyorum.
Gülşen: Öykülerinizde kullandığınız lakaplar dikkatimi çekti. "Üç Yıl Sonra" adlı öykünüzde, özellikle karakterlerin isimleri yerine, "uzun, çiroz" gibi lakapları kullanmışsınız. Bunun sebebine, herkesin kendine bir pay çıkarabilmesi dersek, doğru olur mu?
B. Çelik: Bunun özel bir sebebi vardı. O öyküyü özellikle anonim kılmak istiyorum. Lakaplar bu anlamda anonimleştirmeye uygundur. Öykülerimde kullandığım isimlerin de çok nadir kullanılan adlar olmasını istemedim. Bazen üslupla, bazen bunun gibi isim seçimleriyle anonim birini anlatmaya çalışıyorum diyelim.
Fulya: Okurken çok not alır mısınız?
B. Çelik: Edebiyat dergisi çıkardığımızdan söz etmiştim. O zamandan beri kitaplar üzerine yazılar yazıyorum ve bu da bir okuma biçimini gerektiriyor. Altını çizmek, yeri geldiğinde not almak ve daha sonra hakkında yazı yazmak. Bu rastgele bir okumanın ötesine geçmeyi gerektiriyor. Bu okumalar, daha sonra yazılarıma yansıyor. Şiirlerden alıntılar var mesela. Bunlar da çoğunlukla gündelik hayatta hatırladığım, arkadaşlarıma tekrar ettiğim dizeler oluyor.
Fulya: Alıntılar, aslında okuyucuyu daha çok okumaya sevk ediyor.
B. Çelik: Benim amacım o değil aslında. Karakterin durumunu daha iyi anlatabilmek için kullanıyorum alıntıları. Karakter Edip Cansever’i çok seven biri olduğunda, bu okura bir şeyler söyler. Kitaplarımın sonunda bu alıntıları nerelerden aldığımı belirtmeyi de bir vefa borcu olarak görüyorum.
Sofya: Kahramanınızın yaptıklarını sıkılmadan anlatıyorsunuz. Birinci gününü, ikinci gününü, üçüncü gününü… Adam aynı şeyleri tekrar tekrar yapıyor. Tabii küçük küçük farklılıklar da var. Neredeyse kahramanın yirmi gününü baştan sona yazmışsınız. Bu döngüyü merak ettim.
B. Çelik: Okurken sıkılmadıysanız başarmışım demektir. Hayat birbirini tekrar eden bir döngü halinde gidiyor. Dolayısıyla da o duyguyu verebilmek istedim. Ahmet'in işsizlik bunalımını, o yaşa gelip de hayatında birlikte yürüyeceği bir kadın arkadaş seçememenin getirdiği hüsran duygusunu tekrarlarla daha iyi verebileceğimi düşündüm. Dünyanın Uğultusu'nu yazarken Ahmet, Soluk Bir An'ı yazdığım zamanlarda Taner… Günlük hayatımda bu karakterler yanımda oluyordu. Ben bir şeye bir tepki veriyordum, o sırada Ahmet başka bir tepki veriyordu. Onun ne tepki vereceğini merak ediyordum. Bu dinlediğim bir müzik de olabilir, yolda gördüğüm bir olay da olabilir. Dolayısıyla benim hayatım da birbirini takip eden döngülerden oluştuğu için yazarken zorlandım diyemem.
Fulya: Yazarların, genellikle kendi bireysel hikâyelerinden, kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdıklarını ve yazdıklarının toplumun geniş kesimlerini çok da ilgilendirmediğini söylüyorsunuz bir yerde. Bu anlamda yazar, hayat ve yazı üçlemesi dersek, nasıl bir dünya kuruyorsunuz kendinize?
B. Çelik: Kimin neyi nasıl yazması gerektiğini konusunda ben bir şey söyleyemem. Sadece kendi tercihlerimden söz edebilirim. Öykü karakterlerimin birbirine benzediği, aşağı yukarı aynı kesimden geldiği açık. Ben aslında bir kuşağın, bir dönemin, bir ruh halinin peşindeyim. Bunu ayrıntılardaki değişikliklerle sürdürüyorum. Bu sorunsallar beni öykü yazmaya yönlendiriyor.
Fulya: Geniş kesimlere hitap etmek bir anlamda da popülarite demek mi oluyor?
B. Çelik: Toplum öyle bir çeşitlilik arz ediyor ki, herkese hitap etmekten söz edilemez. Dediğiniz gibi daha popüler, daha havai, çok derine değmeyen metinler ancak popüler olabiliyor. Derinleştikçe aslında bizim farkımız ortaya çıkıyor. Bir bireyin iç dünyasının derinliklerine gitmeye çalışan bir edebiyatın, toplumun geniş kesimlerine hitap etme imkânı da var. Genellikle bireye çok odaklanmış edebiyatın, toplumdan uzaklaştığı anlayışı var bizde. Bu görüşe katılmıyorum. Benim o söyleşide anlatmaya çalıştığım buydu. Bireyin yalnızlıkları toplumsal meselelerden ayrı değil. Bireyin yalnızlığını, bireyin içindeki boşluğu, bireyin duygusuzluğunu didikledikçe, aslında topluma dair şeyler elde ederiz. Bu edebiyat, geniş kesimlerde kabul görür mü, kolay kolay görmez gibi geliyor.
Sofya: Edebiyat dediğimiz zaman, olayları mı anlatırız, insanı mı?
B. Çelik: Olayların içindeki insanı desek…
Sofya: Bir yazar hem çok popüler olup hem de çok iyi edebiyat yapabilir, değil mi?
B. Çelik: Yapabilir tabii, imkânsız demiyorum. Yazdıklarımın beğenilmesini, daha çok insanın kitaplarımı okumasını isterim tabii. Ama bu benim bir metni kurgularken bağlı kaldığım, öncelikli gözetlediğim şey değil. Başka kaygılarla yazıyorum.
Sofya: Sizin yazarken çok keyif aldığınızı düşündüm. “Bu kadar tekrarı, tekrara düşmeden yazabilmek için yazarın yazarken gerçekten keyif alması almak gerekir.” dedim kendime. Gidilen yer değil de yürünen yol önemliymiş gibi…
B. Çelik: Günümüzde edebiyatla uğraşmak çok popüler değil, hele başka bir işte çalışırken bu işle uğraşmak külfet, ama bütün buna rağmen bu işi sürdürüyor olmamızın sebebi, yazmayı çok seviyor olmamız. Yazarken keşfettiklerimizi önemsememiz. Yazmanın çok heyecan verici bir yanı var. Bitirdiğinizde hissettiğiniz duygu da hoş, ama o da değil. Yazmanın kendisi, yazmaya otururken ummadığınız bir yerde kendinizi bulmanız, yazarken hikâyenin sizi beklemediğiniz bir yere götürmesi, hikâye kahramanını günlük hayatta yanınızda taşımak, olup bitene bir de onun gözüyle bakmak... bunlar belki de bir zenginleşme.
Fulya: Bazı yazarlarda görüyoruz; yazmak için şablonlar oluşturuyor, karakterleri var ediyor, olayların ne aşamada nasıl seyredeceğini belirliyor, gerilimi nerede düşürüp nerede yükselteceğini belirliyorlar. Siz nasıl yazarsınız?
B. Çelik: Ben de bunları yapıyorum. Ancak izleri metinde kalmasın diye özen gösteriyorum. Bir metni yazarken, söylediklerinizin gözetlenmesi de gerekir. Yazdığım bir öyküye iki hafta kadar sonra dönüp baktığımda, üç sayfalık öykünün aslında iki sayfalık olduğunu görüyorum. Öykü öyle bir zirve noktasına gelmiş ki, devamı lüzumsuzmuş. Yazmak kadar, düzeltmek ve fazlalıkların kesilmesi de benim için önemlidir. Soluk Bir An’ın, en az yedi defa çıktısını almış ve okumuşumdur. Bir öyküyle uğraşmak da bana edebi haz veriyor. O kesip biçmeler, cümleleri değişik ifade etme çabası, eklemeler… Bunlar sıkıcı uğraşlar değil, bu esnada insan elindeki metnin daha bir içine giriyor.
Fulya: Bu sefer de şöyle bir öykü yazayım dediğiniz oluyor mu? Kendi halinde giden bir öykü değil de, sizin kafanızda olmasını istediğiniz, deneysel bir öykü söz gelimi.
B. Çelik: Baştan koşullayarak yapmıyorum, ama bittiği zaman bu farklı oldu dediğim öyküler oldu. Mesela; Diken Ucu’ndaki “Kuantum Hikâye”, öbür öykülerimden biraz daha farklı yöne gitti. Yazarken beni şaşırttı. Ya da ben öbür tarzda anlatma konusunda tıkanma noktasına geldiğim için öyle; tam olarak bilemiyorum. Ancak baştan şöyle bir öykü yazayım diye pek oturmuyorum.
Sofya: İnsan ilişkilerini anlattığınız öykülerde, kahramanlarınız karşılarındakini değil de kendilerini sorguluyorlar...
B. Çelik: Herkes böyle değildir, ama benim öykü kişilerimin böyle bir yönleri var.
Sofya: Öykü kahramanlarınız kendi içlerine çok dönükler.
B. Çelik: Onlar belli bir noktadan sonra bu duruma gelmişlerdir. Bu insanlar belli bir zamana kadar başkaları ile çok uğraşmış, onları yönlendirmeye çalışmış, sonra kendilerini değiştirmeden başkalarını değiştiremeyeceklerini, değiştirmek ne demek, anlamalarının mümkün olmadığını sezdikleri noktada sessizleşmeyi ve kendi içlerine dönmeyi yeğlemişlerdir.
Gülşen: Herkes Kadar'da kadın karakterler çok sönük. Ya erkekler tarafından terk ediliyorlar ya da önemsenmiyorlar. Sizin kadına bakışınız nasıldır?
B. Çelik: Erkek kahramanlarım iç dünyaları ile varlar. O kitaptaki bir öyküde, sevdiği kadını aramamak için kendine işler yaratan bir erkeği anlatırım mesela. Erkek öyküsüdür, ama saklı bir kadın da vardır.
Gülşen: Öykülerinizde kadınlar pek yok, seslerini çıkarmıyorlar. Kadının erkek kardeşi gibi…
B. Çelik: Bir dönem öyle öyküler yazmışım, haklısınız. Ama mesela; Dünyanın Uğultusu’nda kadınlar daha baskın, daha varlar. Beni o dönem yazdıran şey, erkeklerin kadınlar karşısındaki hâkim durumları olmuş olabilir. Ama belli bir katmanda, kadınların erkekleri ne kadar etkilediğini de yazdığımı düşünüyorum. Aslında erkeklerin çırpınışlarını anlatıyorum bir ölçüde. Kadın anlatıcıları olan öyküler de yazdım ve beni en çok mutlu eden övgüler, bu öyküleri okuyan kadın arkadaşlarımın övgüleri oldu.
Ömer Altun: Herkes Kadar adlı kitabınızı okudum. Birinci tekil şahıs ile anlatmak daha samimi bir anlatım yaratıyor. Öykülerinizde bu var, niye romanda yok?
B. Çelik: Olabilirdi, ama o zaman bu başka bir roman olurdu. Kahramanı daha anonim birisi olarak kurabilmek için bu anlatımı kullandım. Burada bir odak kayması var, anlatıcı var, ama yok gibi. Bu benim birkaç kitaptan sonra cesaret edebildiğim, akıl edebildiğim bir şey oldu. Birinci tekil şahısla anlatmak okunurluğu kolaylaştırmakla beraber, dağılmayı da kolaylaştırır. İç konuşma, odak kaybına neden olan bir durumdur. Onun da ayrı bir zorluğu vardır. Sorunuza gelince, evet, birinci tekil anlatım bir samimiyet yaratıyor.
Ömer: Sizin erkek kahramanlar yarattığınızı pek düşünmedim…
Sofya: Şöyle düşündüm, beyazı anlatabilmek için siyahı anlatırsınız ya, işte onun gibi, erkeği anlatırken kadını da anlatıyorsunuz. Yazdıklarında, aşk ilişkisinde erkek nerede duruyor sorusunun cevabını biraz buldum diyebilirim.
B. Çelik: Bu öykülerimde de var. İki erkek buluşur, biri diğerine “Terk edildim!” der. Burada kadın var mıdır yok mudur? O adama bu acıyı veren bir kadındır.
Gülşen: Demek istediğim, aldatılan bir kadın var, sesini çıkarmıyor, pasif. Kadının eylemsizliğinden bahsediyorum.
B. Çelik: Bu biraz da bizim toplumumuzda kadınların seslerinin pek çıkmamasından kaynaklanıyor. Bazen de, kadınların diyeceklerini konuşmadan, sessizce demelerinden kaynaklanıyor.
Sofya: Kadınlar bir şey demiyorlar, ama ne demek istediklerini gayet başarılı bir şekilde sessizce anlatıyorlar.
Fulya: Yazım serüveninizde, Adana’nın etkisinden biraz bahseder misiniz? Adana’ya Kar Yağmış kitabındaki yazılarınızı okudum. Yazım sürecinizde Adana’nın etkisi olduğunu düşündüm. Bu etki hâlâ var mı?
B. Çelik: Adana’dan 18 yaşımda ayrıldım. Ama tipik bir Adanalı olarak yaşamadım. Adanalı edebiyatçılar benim için her zaman özel olmuştur. Bunun nedeni de, Türkçenin önemli yazarlarının oradan yetişmiş olmasıdır. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, hatta Yılmaz Güney. Adana benim için, edebiyatın ötesinde, özlenen bir şehir olmuştur. Gün Ortasında Arzu’da yer alan ilk öyküler, ayrıldığı şehre özlem duyan bir adamı anlatır – şehre dönmüştür ama özlemi dinmemiştir. Orada değişimi anlatılan şehir Adana’dır. Adana’ya Kar Yağmış ise 22–23 yazarın yazdığı derleme bir kitaptır. Benim içinse bir tür borç ödeme oldu, kitap ile Adana’ya olan borcumun bir kısmını ödemiş oldum. Bu kitaba yazı yazan insanlar, yaşadığım şehir ile ilgili şeyler öğrettiler bana. Bu anlamda iyi ki bu kitabı derlemişim diyorum. Başka bir Adana kitabı yazacağımı sanmam, o kadar da Adanalı değilim.
Sofya: Ben, nedense bu yönünüzü görmedim.
Fulya: Kahramanların gezdiği, gördüğü, anlattığı birçok yer Adana ile ilgili. Belki benim Adanalı olmam, bunları görmemi sağlamıştır.
B. Çelik: İlk öykülerimde daha çok var. Üniversitenin ilk yıllarında, Adana’ya duyduğum özlem bana o öyküleri yazdırmıştır. İlk kitapta, Adana’yı bilenler Adana’yı görürler. Öykü ve romanlarda şehir isimleri, sokak, yer isimleri vermeyi sevmiyorum, ama oraları bilenlerin nereyi anlattığımı yakalayabileceklerini düşünüyorum.
Fulya: Kullandığınız terimlerden, sözcüklerden sizin Adanalılığınızı gördüm, hissettim.
B. Çelik: Yerel deyişleri, deyimleri kullanıyorum. Bilenler için, uzaktan bir selam gönderiyorum.
Gülşen: Bir eser aslında toplumun da aynasıdır. Toplumsal gerçekçilik ve insan odaklı bakış açılarını biraz açabilir misiniz?
B. Çelik: İkisini birbirinden ayırmamıza gerek yok. İnsana odaklanmış bir anlatı, insanın toplum ile olan ilişkisindeki geliş gidişe dayanıyorsa, topluma da ayna tutar. Ne birey toplumdan bağımsız ne de toplum kendisini oluşturan bireylerden bağımsızdır. Topluma ayna tutmak için bir edebi metin oluşturuluyorsa, bunun sorunlu olma ihtimali çok yüksek. Çünkü ön koşullu bir çalışmaya girmiş oluyor yazar.
Gülşen: Öykülerinizde; “Ben söyleyeceğimi söylerim, gerisi size kalmış” gibi bir ima var sanki. Okuyucuyu serbest bırakıyorsunuz. Bu durum anlaşılmama korkusu da olabilir mi?
B. Çelik: Anlaşılmama korkusu demeyelim. O cümle o öyküde çok da temel bir noktada değildi. Karmaşa içindeki bir kişiyi anlatıyordum. Kahramanın dış dünya ile ilişkisini göstermek açısından öyle bir cümle kurmuştum yanlış hatırlamıyorsam. Zaman zaman insanın kalemi kayıyor ya da söylediğiniz anlamda metne müdahalesi de olabiliyor.
Sofya: Sizin eserlerinizde geçmiş ile hesaplaşma ana merkeze oturuyor gibi. Bunu biraz da 80 sonrası kuşağız ya, ona bağladım. Ne dersiniz?
B. Çelik: Öyle çok fazla toplumsal kaygı ile yazdığımı sanmıyorum. Daha çok, hayatlarının belli bir anında, tıkandıkları o anda, bulundukları durumu anlamak için geçmişi de hatırlayıp, ondan kimi zaman pişmanlık duyan, kimi zaman da özlem duyan insanları yazmaya çalıştım. Hayatın bir sürekliliği var, yirmi yıl önceki seçimlerimiz bugün bizi etkiliyor. Bir gün geliyor, bunları sorgulamak zorunda kalabiliyoruz. Sorgulamaları önemsediğim için, hayata böyle baktığım için, öyküler de böyle çıkıyor.
Sofya: Behçet Çelik’in biraz yalnız bir insan olduğunu düşündüm.
B. Çelik: Yalnızlığı da olan bir insanım diyelim. Yalnızlığı önemseyen ve korumak için çaba sarf eden bir insan olduğum söylenebilir. Gerçi bunu beni tanıyanlara sormak lazım. Çünkü ben, gene bir hikâye anlatacağım, ”Öyleyim, böyleyim” diyerek. Bu da çok objektif olmayacak.
Ömer: Yalnızlık biraz da özgürlüktür.
B. Çelik: Ama fazlası da tutsaklığa dönüşebilir.
Fulya: Edebiyatın dünyayı değiştirmek, dünyaya şekil vermek gibi bir amacı var mıdır?
B. Çelik: Bu da zaten dünyanın değişmesidir. Edebiyat dünyayı değiştiremez, ama insanları değiştirerek dünyayı değiştirebilir.
Fulya: Dünyanın kötüye gittiğine dair bir görüşünüz var mı? Öyle ise, edebiyatın da iyi gitmediğini söyleyebilir miyiz?
B. Çelik: Dünyanın iyiye gitmemesi, edebiyatın işinin daha da zorlaştığı anlamına gelir.
Sofya: Edebiyatı çok seven insanlarız ya, bazen edebiyata çok mu anlam yüklüyoruz diye de düşünüyorum. Üç boyutlu yaşamı edebiyata indirgeyerek iki boyutlu hale mi getiriyoruz acaba?
B. Çelik: Bugünün edebiyatı söylediğiniz bu handikabı da ifade etmektedir. Yazarlar; bunun bir metin olduğunu, yazarın düşünceleri olduğunu, kelimeler ile nesneler arasında tam bir örtüşme olmadığını, boşluklar olduğunu, metin aracılığı ile paylaşmaktalar.
Sofya: Dünyada bir yeri belirtmek istersek iki noktayı tanımlamamız yeterli, ancak uzayda bir yeri belirtmek istersek üçüncü bir noktaya daha ihtiyacımız var. Bu üçüncü nokta şimdilik Dünya. Çağdaş yazarlara bakarak, okuru da metne dâhil ederek, üç boyutluluğu oluşturuyor diyebilir miyiz?
B. Çelik: Okura kendisinin bir koordinat olduğunu hissettiren bir edebiyat söz konusu. Dolayısıyla yazar okura şunu diyor; “Bu metin senin algının katılmasıyla anlamsal bir bütünlüğe kavuşur, bunu unutma, anlamsal olarak sana aktardığım ile değil, senin katkın ile anlamlanır.”
Sofya: 21. yy edebiyatı biraz bunu yapıyor değil mi?
B. Çelik: Yirminci yüzyıl edebiyatına haksızlık yapmayalım. Bu söylediklerimiz o dönemde de yapılıyordu. James Joyce sözgelimi. Bu koordinat değişikliği 19. yy ile başlayan bir süreçtir. Şunu söyleyebiliriz belki de; bugünün edebiyatçıları yazdıklarının bir metin olduğunun daha fazla farkındalar. Bunun bir metin olduğunun okur tarafından daha fazla bilinmesini istiyorlar.
Sofya: Bu bilinçlilikte olmak, bir okur olarak benim hoşuma gidiyor. Sözgelimi Tolstoy’un böyle bir kaygısı yoktur, ama günümüz yazarları bunu yapıyorlar.
B. Çelik: Bazıları bunu dili çok öne çıkararak, bazılarıysa gittikçe eksiltmeli bir anlatım ile yapıyorlar. Kimi yazarlar eserlerini gittikçe yalınlaştırıyorlar. Bu yalınlık da ister istemez edebi bir metinle karşı karşıya olduğumuzu hissettirtiyor.
Sofya: Dünya edebiyatında sizi etkileyen yazarlar kimlerdir?
B. Çelik: Amerikalı öykücüler bana çok cazip geliyor. Raymond Carver sözgelimi. Kısmen az yazdığım bir dönemde Carver’i okumaya başlamıştım. Benim öykücülüğümü etkilemiş bir yazardır.
Sofya: Kirli Gerçekçilik mi?
B. Çelik: Kirli gerçekçiliğinden ziyade, minimalizmi bana ilginç gelmiştir. Güney Amerika değil de, Amerika’nın güneyinden çıkan yazarlar gene beni etkilemiştir. Rus edebiyatı, yetişme çağında beni etkilemiştir. Çehov her zaman geri dönülüp okunacak bir öykücüdür. Son yıllarda da, bizim kuşaktan dünya yazarları Türkçeye çevrildikçe, onları takip etmeye çalışıyorum. Dünyada neler yazılıyor, bunu görmek cazip geliyor.
Sofya: Çağdaş Türk edebiyatı da beni heyecanlandırıyor, güzel şeyler ortaya çıkıyor. Siz ne dersiniz?
B. Çelik: İçinde olduğum bu kuşak beni de heyecanlandırıyor. Kitapları çıkar çıkmaz, ilk günden okumaya çalışıyorum. Bizim edebiyatımız tıkanma noktasında değil. “Edebiyat öldü mü?” diye belli dönemlerde tartışılır ya, bana öyle gelmiyor. Belki edebiyat eskisine göre daha az ilgi görüyor olabilir, ama kendi içinde gelişen ve çeşitlenen bir edebiyatımız var.
Fulya: Bu gelişmeyi öykü ve roman anlamında ayrıştırabiliyor musunuz?
B. Çelik: Romanın yayın dünyasında bir hegemonyası var. Bu bazen boğucu hale gelebiliyor. İnsanlarda da; roman okunan bir tür, öykü ise has edebi bir türmüş gibi bir algı oluşuyor. Buna pek katılmıyorum. Çok sağlam romanlar yazılıyor. Maalesef yayın dünyasında kötü edebiyat iyi edebiyatı kovuyor.
Fulya: Edebiyat dergilerini takip edebiliyor musunuz? Nasıl buluyorsunuz içeriklerini?
B. Çelik: Etmeye çalışıyorum. Yeni yazmaya çalışan arkadaşlar bana, “Ne önerirsiniz?” dediklerinde, “Belli başlı edebiyat dergilerine gönder, onların editoryal filtresi var, orada bir kendini görmeyi dene,” diyorum. Ben yazmaya dergi ile başlamış, dergi ile bağı olmadığı zaman edebiyat ile bağı gevşemiş, ‘dergici’ bir yazarım. Her ay kitapçılarda, “kim ne yazmış” diye bakarım. Yeni kuşak böyle değil. Bunun farkındayım. Genç insanlar için internet daha cazip geliyor. Edebiyat dergilerde ilerliyor görüşündeyim.
Fulya: Yeni yazmaya başlayanlar, yazdıklarımız bir dergide yayınlansın da, ne olursa olsun diyorlar başta. Ancak kitap çıkarıp belli bir yere geldikten sonra, sanki dergilere pek fazla yüz vermiyorlar.
B. Çelik: Edebiyata doğrudan kitapla giren de çok insan var. Dergilerde de o eski heyecan yok gibi. Dergilerin birbirinden farkları azalmış durumda. Edebiyat dergilerde yürüyor diyorum, ama eskisi gibi gümbür gümbür de gitmiyor.
Sofya: Bir eser zamana nasıl dayanır? Bunun sırrı nedir?
B. Çelik: Biçim ve içerik asındaki uyum, ikisi birliktedir. Çok iyi anlattığı için değil, bir şeyi çok iyi anlattığı için o eser zamana kalır. Çehov, insana ait durumları çok iyi anlattığı için unutulmazdır. Birini diğerinin önüne almamak gerekir. Bir metni içerik ve biçim diye ayırmak sentetik bir ayrımdır. Sonradan yakıştırdığımız bir şey.
Sofya: Erendiz Atasu ile yaptığımız söyleşide, “Boşluklar bırakın ki, her kuşak kendi getirdiğini orada anlamlandırsın.” demişti. Metni çok sıkı dokumamaktan bahsetmişti.
B. Çelik: Çok doğru. Yüzyıla bile gerek yok. Çok sıkı dokuduğunuzda, öykü size bir şey söyleyip diğer bir kişiye bir şey söylemeyebilir. Ama boşluklar olan, okurun kendi katkısı ile tamamlanan bir öykü ise başkadır. Bunu ben de çok önemserim. Bir metnin içinde boşluklar olmasını, tamamlanması için okura muhtaç olmasını önemserim.
Fulya: Okuduğum bir metinde, yeni bir fikir, yeni bir cümle bulduğum zaman, o eser hiç aklımdan çıkmaz. Sıradan yazılar ya da öyküler gibi görünürler belki, ama o eseri anlatacağım zaman, söyleyeceğim tek şey bu fikir ya da cümle olur.
B. Çelik: Elbette o da var. Bazen de, her gün gördüğümüz, öyküsü yazılmaz dediğimiz şeyi, yazarın biri öyle bir şekilde anlatır ki; “Vay be, adam buradan öykü kurgulamış,” deriz. Bu da heyecan verici bir şey.
Fulya: Ben, düşünmediğim, aklıma gelmemiş bir şeyi de söylemesini istiyorum yazardan.
B. Çelik: Ya da yeni bir şekilde söylenmesini. Edebi metnin bizi etkilemesi için, bizde bir iz bırakması gerekir. Temel izlerden birisi de sizin söylediğinizdir. Popüler edebiyatın bu kadar ilgi görmesinin nedenlerinden biri de budur, okurun kendini orada görmesi.
Lacivert: Çok güzel bir sohbetti. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
B. Çelik: Ben de sizlere çok teşekkür ederim.
(Lacivert Dergisi'nin Eylül Ekim 2012 tarihli 47. sayısında yayımlanmıştır.)