SÖYLEŞİ: "Kapitalist Dünyanın Huzursuzluğu" - Sibel Oral

Thursday, December 2, 2010 2:52:00 PM

Hikâyeci olarak tanıdığımız 2008 Sait Faik Hikâye Armağanı sahibi Behçet Çelik'in ilk romanı Dünyanın Uğultusu Kanat Kitap tarafından yayımlandı.Süssüz, yalın anlatımı ve temiz bir Türkçe ile hikâyelerinde olduğu gibi bu ilk romanında da derinde olana kulak kabartan Behçet Çelik kapitalizmin dişli çarkları arasında "kıpırtısız", "yaşamasız" kalan insanların yaşadıkları ama aslında bir yandan da direndikleri huzursuz bir dünyayı resmediyor. Taşra ile şehir arasında kalmış olan Ahmet'in iki kadın arasında erkek kaygıları baskın gibi görünse de, sosyo ekonomik koşulları, koşulsuzlukları, aidiyetleri, toplum içerisindeki duruşları ve dünyayı algılayışları açısından ele aldığımızda, iki kadın arasında kalmaktan çok, iki dünya arasında kalmış olduğunu açıkça görüyoruz. Eşit acıları, kıpırtısızlıkları, işsizliği, paranın gücünü, huzursuzluğu ve yaşamasızlığı bunalım uçurumundan çekivererek sade, akıcı bir dille aktaran Behçet Çelik'le ilk romanı Dünyanın Uğultusu hakkında konuştuk.
Dünyanın Uğultusu’na dek hep hikâye yazdınız. Hikâyeden romana geçmenizi tetikleyen bir şey oldu mu yoksa süreç doğal mı gelişti?
* Dünyanın Uğultusu’nun arka planındaki ruh halini yazmak epeydir aklımdaydı. Bir önceki kitabım Gün Ortasında Arzu’nun ilk bölümündeki gibi birbiriyle ilişkili hikâyelerden oluşabileceğini düşünüyordum. Başlarda roman fikri yoktu. Roman yazmak için geniş zamanlar gerektiğini düşünüyordum. Konu kafamda olgunlaştıkça hikâyenin uygun form olmadığını anladım. O günlerde bir arkadaşımın beni roman konusunda “tetiklediğini” söyleyebilirim, yazabileceğim konusunda beni cesaretlendirdi. Kalemle kâğıdı elime alıp başladığımda roman olmasına karar vermiştim.
Ben yazar ile kahramanları arasında mutlak derin bir bağ olduğunu düşünüyorum. Zaten hikâyelerin yaratım sürecinde şüphesiz aynı yastığa baş koyuyor ve belki kaldırımda yan yana yürüyorsunuz. Sizin hikâyelerinizdeki kahramanlarınızla aranız nasıl?
* Severim onları, en azından anlarım. Onları yapmak istemeyecekleri şeyleri yapmaya zorlamam. Hoş zorlasam da yapmazlar ya, yapamazlar. Pek yargıladığım da söylenemez. Galiba onları anladığımı hissettiren bir dille hikâyeleri kaleme aldığım için, okuyanlar da çok acımasız yargılarda bulunmuyorlar. Kahramanların sessizliklerinin bazen çıldırtıcı olabildiğini söyleyenler oluyor. Geveze olacaklarına sessiz sedasız tutum almalarından hoşnutum.
Halen editörü olduğunuz Virgül dergisinde Vüs’at O. Bener’in Dost – Yaşamasız kitabı için yazdığınız ‘Hayırlı Boşluk’ başlıklı yazıda; “Bener’in hikâye kahramanlarında, insanların iç dünyalarındaki yoksulluğu örtmek için yaratıp inandıkları süslü örtüler bulunmaz” diyorsunuz. Benzer bir durumun sizin kahramanlarınız için de geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz?
* Bu süslü örtüleri kaldırmayı seviyorum, daha doğrusu, örtülerin süslü olduğunu ya da bir örtü olduğunu göstermeyi. Örtünün altında ne olduğunu pek belirtmeden, bazen örtünün altındakileri sezdirerek, örtünün her zaman örtmeyi başaramadığının altını çizmek istiyorum. Sadece iç dünyalarımızdaki yoksullukları örten süslü örtüler değil sözünü ettiğim, gündelik hayatlarımız, ilişkilerimiz de örtülerle dolu. Sevgi sözcüklerimizden saygı duruşlarımıza, sessizliklerimizden gevezeliklerimize pek çok şey daha alttaki, daha sahici olanların üzerini örtüyor. Dipte kaynayıp duranların üzerini ancak taştığı zaman görebileceğimiz mekanizmalarla örtmüş durumdayız. Taşma anını değil, daha öncesini, ama bir şeylerin kaynayıp durduğunu da hissettirerek yazmaya çalışıyorum.
Sizin hikâyeleriniz sanki hiç sonlanmıyor gibi. Bir sonraki kitabınızda ya da başka bir sayfada sürecekmiş hissi veriyor. Belki çok gerçek, gündelik hayatın ve kaygıların derinine girdiği için bitmiyor ve sanki devamı okurda sürüyor gibi...
* Her şeyin anlatıcı tarafından bilindiği, her şeyin apaçık anlatıldığı metinler yerine okurun daha az edilgen olduğu hikâyeleri seviyorum. Okurun bir bulmacayı çözmesini istiyor değilim ama, algı kapılarımızın daha açık olmasının bir yolu da edebiyat gibi görünüyor bana. Önceki soruda dediğim gibi, derinde olana kulak kabartmayı önemsiyorum. Bu tarz biraz da böyle bir kaygının sonucu.
Romanınızdaki ekonomik krizle günümüzde yaşanan ekonomik krizin aynı döneme denk gelmesi için bir tesadüf diyebilir miyiz?
* Bir yanıyla tesadüf; romanı yayınevine geçen sene Mart’ta teslim etmiştim, kriz ise sonbaharda dünyayı etkilemeye başladı. Ama bir yanıyla tesadüf değil, birazcık Marksizm okumuş olanlar, kapitalizmin periyodik olarak benzer krizler yaşayacağını bilirler. Toplumsal arka planında ekonomik kriz bulunan bir roman da bir zaman sonra bir ekonomik krize tesadüf edecektir. Romanın arka planında krizin bulunmasının nedeni kriz zamanlarıyla normal zamanların birbirinden hem çok farklı, hem de bir hayli aynı olduğunu göstermek istemem. Kriz zamanlarıyla normal dediğimiz zamanların birbirini koşulladıklarını düşünüyorum. Normal dediğimiz zamanlar gerçekten normal olsa, bunları krizler izlemez. Normal olan bir kriz hali esasında; ama biz bunun farkına nadiren varıyoruz.
Ahmet işsizliğinin ilk gününde şehirle yeniden tanışıyor sanki. Oysa geçmişinde taşradan gelmiş ve şehrin renklerine karışmayı öğrencilik yıllarında çoktan kafasına koymuş biri olarak görüyoruz. Sanki arada bir yerde kalmış gibi.
* Ahmet işsiz kalmadan önce on beş yıl, belki daha da fazla bir süre çalışmış biri. Çalıştığı yıllar boyunca aynı şehirde yaşamış olsa da, hafta içi gündüzleri şehrin neye benzediğini unutmuş, haftasonlarında ya da akşamları gittiği yerler de başka yerler olmuş. Dolayısıyla işsiz günlerini geçirdiği şehir onun o çok iyi bildiği şehir değil. İşsizlik, ekonomik olduğu kadar toplumsal ve psikolojik yeni durumlara neden oluyor. Daha tasarruflu yaşaması gerekiyor, biraz bunun sonucu olarak, biraz da çalışmıyor olmanın ve geleceğe eskisi kadar güven içerisinde bakamamanın sonucunda daha ürkek, daha çekingen oluyor. Haklısınız; yıllar boyunca alıştığı koşullarla, bir gün kendini içerisinde bulduğu, alışması gereken yeni koşullar arasında bir yerlerde kalıyor.
Ayla ve Aynur’la karşılaşması sanki onu daha erkek kaygılara ve arayışlara yöneltiyor. İşsizliğinin ilk günlerinde kendine dair kaybettiği zamanla yüzleşmeyi ve belki o kıpırtısızlığı yenmeyi deneyecekti ama olmadı ya da başka bir türlüsü oldu.
* Ahmet’i tipik bir beyaz yakalı olarak kurgulamadım. Birçok yönüyle tipik özellikleri olmasına karşın, ayrıksı yanları da olan biri. Ayrıksı yanlarının onu daha sahici kılacağını düşündüm. Özellikle kırkına geldiği halde evlenmemiş olması ona ilişkin ipuçları veriyor. Arkadaşlarının girdiği döngüye girmemiş, ayak diremiş gibi, ama bir yandan da sürüden ayrı olmanın sıkıntılarını da hissetmeye başlamış. İşsiz kalmadan önce de dengesi bir parça bozulmuş. İlişkisini sürdürememiş, iş hayatının kuralları canına tak etmeye başlamış... İşsizlik onda eski zamanlarına dönmüşlük hissi uyandırıyor. Parası olmasa da, gündelik hayatın sıkıcı döngüsünden kurtuluyor, aylaklığı tadıyor. Yıllar önce içerisinde kendini mutlu hissettiği kalıpları, eski ilişki biçimlerini yeniden yaşayabileceğini umuyor. Bunlar ona başlarda iyi de geliyor. Ne var ki, Ahmet Marx okumadığı için tarihin tekerrür edebileceğini, ama bunun ilkinde trajedi ikincisinde komedi olacağını öngöremiyor.
Ayla ile Aynur’un aidiyetleri, toplum içerisindeki duruşları ve dünyayı algılayışları birbirinden çok uzak ve ters. Ahmet’in ortada kaldığı durum iki kadının ortasında kalmaktan çok başka bir şey değil mi?
* Çok haklısınız. O iki kadın Ahmet’in iki ayrı dünyasına hitap ediyor. Biri, arkadaşlarıyla benzeştiği tipik yanına, öbürü onlardan ayrıldığı ayrıksı yanına. Bulunduğu noktada her iki dünyaya da uzak üstelik. Bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda olan kişi aslında ne içeridedir ne dışarıda. Ne var ki çoğu zaman içeridekiler içeride sanır, dışarıdakiler dışarıda. Ahmet de arada kalmışlık duygusu içerisinde bir zaman sonra ayaklarını bastığı zeminden bile emin olamamaya başlıyor. Bedeni dışında bir yol göstericisi kalmıyor, bedenin çağrısıyla, arzularıyla hareket etmeye kalkıyor. Arzularımızın da bizden önce belirlendiğini unutmamak gerek. Kendimizle sahici bir ilişkimiz yoksa bedenimizin çağrısının sahici bir yol gösterici olduğunu söyleyebilir miyiz?
Aynur yer yer Ahmet’in romandaki baskınlığını ele geçiriyor sanki...
* Roman üçüncü tekil kişinin ağzından anlatılıyor. Bununla birlikte, Ahmet’e çok yakın, onun omuz başından anlatılıyor. Kimi bölümlerdeyse Aynur’un omuz başına atlayıp onun gözünden bakıyoruz. Dolayısıyla Aynur da romanın bir başka önemli kişisi, diyebiliriz. Onun baktığı açı olmadan, sadece Ahmet’in baktığı yerlerden baktığımızda dünyanın uğultusunu işitsek de bir şeye benzetemeyiz sanırım. Ahmet’in aklıyla, zekâsıyla kavramaya çalıştığı şeyleri Aynur, biraz öfkeli de olsa, hisleriyle tartıyor. Dünyanın gidişinin akıldışı olduğunu baştan görmüş çünkü.
Az önce “Kahramanların sessizliklerinin bazen çıldırtıcı olabildiğini söyleyenler oluyor.” dediniz. Ben bunu Aynur’da hissettim. Tuhaf bir sessizlik vardı onda...
* Ahmet’in nispeten geveze bir zihni var. Dediğim gibi, aklıyla ölçüp biçmeye çalışıyor olup bitenleri. Aynur akıldışının hâkim olduğunu çoktan görmüş. Sessizliği bundan. Anlamaya çalışmak, çözümlemek yerine hislerine güveniyor. Bu onu daha sahici ve sağlam yapıyor – daha mutlu değil. Ama onun mutlu olmak gibi bir beklentisi de yok. Başkalarının mutluluk sandığı şeyin kötü bir karikatür olduğunu iyi biliyor.
Dünyanın Uğultusu için kapitalist sistemi, kadın erkek ilişkilerini, eski dostlukların özlemini, birey olarak kadını ve erkeğin huzursuzluğunu sorgusuz, yargısız ve yanıtsız aktarıyor diyebilir miyiz?
* Kapitalizmin insan türüne verdiği en büyük zarar, her şeyin bir değişim değeri olduğuna ilişkin ideolojiyi yaygınlaştırmış ve bunun aksinin imkânsız olduğunu kabul ettirmiş olması. Değil aşk ilişkileri, aile ilişkileri bile “yürek titreten duygu dolu peçesi yırtılmış ve düz para ilişkisine indirgenmiş” durumda. Kendimizi bile ancak para ediyorsak, ettiğimize inanıyorsak seviyoruz! Yaşanan ekonomik krizin nedeni sadece gayrimenkul ve türev piyasalarındaki değişimler midir? Gezegenin kendisi dâhil, her şeyin alınır satılır olduğuna her geçen gün daha çok inanıyor olmamızın hiç mi etkisi yok bunda? Böyle bir algı hâkimken kadınla erkeğin huzurlu ilişkileri ne ölçüde mümkün olabilir? Kuşkusuz, Dünyanın Uğultusu bu soruları sormayı ya da yanıtlamayı amaçlamıyor. Böyle bir dünyada yaşayan birkaç kişinin neyi nasıl algıladıklarını, ruh hallerinin nice olduğunu görmeye çalıştığı söylenebilir.
Tüm bu iç ve dış huzursuzluklara rağmen roman bir bunalım romanı değil. Huzursuzluklar bile dimdik ayakta. Bu durum karakterlerin gücünden mi kaynaklanıyor yoksa sadece sizin bakış açınızdan mı?
* Karakterlerle bir ilgisi olabilir bunun. Ahmet’in bütün şapşallıklarının yanında kendine yöneldiğinde bir hayli alaycı olabilen zekâsıyla, Aynur’un olup bitenlere bir parça dışarıdan bakabilmesine imkân tanıyan aidiyetsizliği bunda etkili olmuş olabilir. Bunlar olmasaydı kendilerini her an her yerde mağdur hisseden bunalımlı tipler olup çıkabilirlerdi.

Taraf, 08.02.2009

Comments

Comments are closed on this post.