SÖYLEŞİ: Hem Öyküler Zenginleşti Hem Anlatım Yöntemleri - Erkut Tezerdi

Posted by Admin Saturday, June 24, 2017 3:02:00 PM

Karar Gazetesi, 29 Mayıs 2017

Öykü ustası Behçet Çelik, yazarken yaşadıklarının peşinden giden yazarlardan. Geçmişte Sait Faik Hikâye Armağanı ile Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Çelik’in 14 hikâyeden oluşan yeni kitabı ‘Yolun Gölgesi’ de böyle bir eser. Kitapta yer alan öyküler gerçek olayları birebir anlatmasa da hayatın kopyası denilebilecek türde gerçekçi olay dizilerine sahip. Öykülerin dili Çelik’in önceki eserlerinde olduğu gibi yine akıcı, konular ise göç ve yolda olma üzerine... Hikâyelerdeki kişiler de geçmişte yaşadıklarından ruhsal olarak etkilenmiş karakterler. Kimi kapalı bir mekanda kalmaktan korkuyor, kiminin hayatı yolunda ama her şey yaptığı bir yolculuk esnasında bir anda tepetaklak olabiliyor. Çelik’le kitabı ve modern öykücülüğümüz üzerine konuştuk.

Bu kitabınızda 14 öykü yer alıyor. Öyküler ağırlıklı olarak göç, yolda olma ve bu nedenlerden dolayı değişen yaşamlar üzerine kurgulanmış. Neden bu konular üzerinde yazdınız?

Kitaptaki öykülerin tamamı bu tematik çerçevede değerlendirilemese de, haklısınız, ağırlıklı olarak böyle. Doğrusu, baştan göç/göçebelik temasında öyküler yazmayı düşünmedim, hatta iki yıl önce Kaldığımız Yer adlı öykü kitabımın yayımlanmasından sonra yeni bir öykü kitabı planlamış da değildim. Ne var ki bu iki yıl içerisinde yaşananlar ve tanık olduklarımız karşısında elim, fikrim daha çok öykü yazmaya gidince bu kitaptaki öyküler çıktı ortaya. Sıkıntılı, zor yıllar geçirdik, geçiriyoruz. Ölüm, öldürüm, çatışma haberleri, insan hayatının kıymetinin göz ardı edilmesi, böylesi bir ortamda insanların çareyi yaşadıkları yerlerden uzaklaşmakta aramaları ya da buna zorlanmaları, dağılan hayatlar… Bu zaman zarfında beni bir şeyler karalamaya iten olaylar, gelişmeler böylesi bir çerçevede olduğu için kitabın içeriği de bu minvalde oluştu, diyebilirim.

Kitaptaki öykülerde yaşanan dramatik olayları; göçleri, mecburi kaçışları birebir anlatmak yerine, bu olayların sonrasında veya kenarından etkilediği kişileri anlatıyorsunuz. Bu anlatımların geneli için neler söylersiniz?

Bu sanırım edebiyata bakışımla ilgili. Edebiyatın toplumsal olan’la yakın bir bağı olduğunu düşünüyorum, ama bu bağın anlatımının doğrudan olmasından değil, bireylerin iç dünyaları, ruh halleri üzerinden olmasından yanayım. Doğrudan doğruya toplumsal bir olayın nasıl yaşandığına tanıklık eden bir edebiyat metni yerine, gazetelerde, televizyonlarda okuyup izlediklerimizin ötesinde bir şeyleri görmeye çalışmayı önemsiyorum. Buna ruhlarımızı nasıl tahrip ettiğini sezebildiğimiz, o olayın mağdurlarına, bazen de failine (onların da ruhları amansızca tahrip oluyor, belki de çoktan olmuş durumda) içeriden bakmaya çalışmak diyebiliriz. Edebiyat yüzeyden ziyade derinde olan bitenlerle ilgilidir. İstatistiki, ansiklopedik, teorik bilginin veremediği daha içsel bir bilgi aktarılır bize okuduğumuz edebi eserlerde.

Engin, Kadir, Fırat, İhsan, Sacit... Her bir karakterin yaşadıkları, kalma ve gitme nedenleri farklı... Karakterleri oluştururken nelerden etkilendiniz?

Öykü kişilerini başta konuştuğumuz üzere yaşananlardan ruhsal olarak etkilenmiş olanlardan seçtim. Fırat örneğin belki de kapalı yerde kalma korkusu olan biri ve yaşadığı yerde günlerce sokağa çıkmak yasak. Normal diyebileceğimiz insanların bile hayatını altüst eden gelişmelerin böylelerine neler yaşattığını sorduğumda bu öykü ve öykünün kişileri oluştu. Öbür öyküdeki Engin’in hayatı yolunda gibi, ama o da bir toplantı için gittiği şehirde (öyküde bize anlatılmayan ama tahmin edebileceğimiz) kimi hayatlara tanık olduğunda yaşama sevincini yitiriyor, üstelik bunun farkına da hemen varamıyor.

Türkiye’de modern öykücülüğü nasıl değerlendirirsiniz?

Son yirmi yıldır, 90’ların ortalarından bu yana öykücülüğümüzü belirleyen temel özellik barındırdığı çeşitlilik bence. Önceki dönemlere göre bir hayli zengin bir öykü çeşitliliği söz konusu. Öyle ki yazılan öykülerin tamamını ya da büyük bölümünü içerebilecek bir üst-başlık bulmak, hepsini kuşatacak sözler söylemek hiç kolay değil. Yine de sanırım şu noktanın altı çizilebilir. Öykücüler çok farklı tarzlarda yazıyor, birbirinden çok uzak temaları ele alıyor olsalar da, yaptıkları işin öncelikle bir dil işçiliği olduğunun farkındalar. Nasıl anlatacakları sorusunun ne anlattıklarından daha önemli olduğunu gözden kaçırmıyorlar.

EDEBİYAT ÖNKOŞULSUZ BİR DENEYİM

Öykülerinizde, diğer eserlerinizdeki gibi anlattığınız olaylara ve sorunlara karşı bir çözüm önerisi sunmuyorsunuz. Yalnızca durumları gösteriyorsunuz... Bunun nedeni nedir, edebiyatın işlevini değerlendirmenizi istesek?

Edebiyata bir işlev yüklediğimizde onun varoluş nedenine zarar veririz. Edebiyatın önkoşulsuz bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Edebiyatçının kalemi kâğıdı eline aldığında bir edebiyat metni ortaya çıkarmak dışında bir amacı olduğunda edebiyat bu amaç doğrultusunda araçsallaşır. Yazara herhangi bir önkoşul dayatmak daha baştan onun ve yazacağı metnin, (dolayısıyla okuyacak olanların) özgürlüğünü ve yaratıcılığını sınırlandırmaktır. Bu aynı zamanda edebiyatı ortadan kaldırmaktır, çünkü özgürlükten ve yaratıcılıktan uzak bir edebiyat düşünemeyiz. Bu söylediklerim edebiyatın hiçbir işlevi yoktur diye anlaşılmamalı. Kuşkusuz var, okuduklarımızla duygusal bir eğitim alırız, bakış açımız, dünya algımız değişir, genişler. Edebiyat, dünyanın, başkalarının ve hayatın bir parçası olduğumuzu sezdirir bize, kendi hikâyemizin başkalarının hikâyeleriyle arasındaki bağı görmemize yardım eder. Ama bunlar yazarın görev bilip yazdıklarının okunmasından murat ettiği şeyler olursa (hele ki toplumsal-siyasi meselelere çözüm önermek söz konusuysa), metnini nasıl kuracağını, yazacağını belirlerse tezli bir yapıtla karşılaşma riskimiz çok artar. 

(Karar gazetesinde yayımlanmıştır. 29 Mayıs 2017)

Comments

Comments are closed on this post.