SÖYLEŞİ: "Dünya Hiç Parlak, Işıklı ve Sessiz Olmadı" - Hale Kaplan Öz

Thursday, December 2, 2010 2:44:00 PM

İki Deli Derviş, Yazyalnızı, Herkes Kadar, Düğün Birahanesi, Gün Ortasında Arzu isimli hikâye kitaplarının ardından bir roman ile okurunu selamladı Behçet Çelik. “Dünyanın Uğultusu” ismini taşıyan romanın kurgusu, Türkiye’de ekonomik kriz döneminde işsiz kalmış bir kahramanın etrafında örülüyor. Roman boyunca şimdiyi ve yarını kurmaya çabalayan, işsizlik, meşgalesizlik, yalnızlık ve parasızlıkla boğuşan Ahmet, kendisine iki ayrı dünya sunan iki kadın arasında da sıkışmış biri aynı zamanda. Edebiyatın insana dair, insan hayatı, ilişkileri hakkında sorular sormanın, yanıtlar aramanın çok özel bir yolu olduğunu düşünen yazar, bu nedenle, sıradan ya da ortalama kahramanların yazara daha büyük imkânlar sağladığı görüşünde. Ahmet’i seçmesinin sebebi bu. Kapitalizmin sadece üretimin değil tüketimin de yasalarını belirlediği bugünde, nasıl yaşanması gerektiğine dair sunulan şablonlar da kahramanın romandaki rotasını belirliyor.

Dünyanın Uğultusu isimli romanınızın temel izleği ekonomik buhranların sıkça yaşandığı bugünün insanının halet-i ruhiyesi. Temayı belirlerken ve kahramanları oluştururken zihninizde şekillenen fotoğraf, sonuçla ne kadar örtüştü?

Yazmaya başlamadan önce romanın 2000-2001 krizi zamanında geçmesine karar vermiştim, ama geri dönüşlerle 90’lara hâkim olduğunu düşündüğüm kimi ruh hallerini de yazmayı planlıyordum. İşsiz kalan roman kahramanının şimdiki zamana bu denli kapılıp kalacağını öngörmemiştim doğrusu. Yazarken roman kahramanları bir noktadan sonra başına buyruk davranabiliyorlar, daha doğrusu metnin gerçekliği yazarın elini kolunu bağlamaya başlıyor. Roman kahramanı işsizliğe kafayı takınca, geçmişi sorgulamak biraz lüks kaçtı onun için. Şimdiyi ve yarını kurmaya çabaladı, ama içinde bulunduğu ruh hali geleceği öngörmesine de izin vermedi. Kriz zamanlarıyla normal dediğimiz zamanların birbiriyle bağına dikkat çekmek istediğim için roman kahramanın şimdiye takılıp kalması fotoğrafı çok değiştirmedi, belki fotoğrafın kadrajı bir parça değişti, o kadar.

Ahmet’in ait olduğu sınıf yoksul tanımına uymuyor. Bu bana Ahmet’in korkusunun parasız kalmaktan öte meşgalesiz kalmak olduğunu düşündürdü. Modernizmin yalnızlaştırdığı birey, iş yaşamı ile sosyalleşiyor ve bu elinden alındığında çaresizce çırpınıyor. Sizce hangisi daha baskın?

Kapitalizm sadece üretimin değil tüketimin de yasalarını belirliyor, insanlara sadece kendi gemilerini kurtarmaları, başkalarının ne halde olduğunu sorun etmeden para kazanmaları gerektiğini dayatmıyor, nasıl yaşamaları gerektiği konusunda da şablonlar sunuyor. Bu birörnek yaşam tarzlarında paranın olmazsa olmaz bir yeri var. Alıştıkları yaşam tarzlarını sürdürebilmeleri için insanların sürekli çalışmaları ve para kazanmaları gerekiyor. Bu nedenle, işsizlik Ahmet için büyük bir kâbus oluyor. Ahmet, haklısınız yoksul değil, ama çok büyük bir birikim yapacak kertede zengin de değil. Kapitalizm insanların kendilerini bütünüyle güvende hissetmemelerini ister; bu sayede insanlar mevcut durumun kaçınılmaz ve değişmez olduğuna inanmayı sürdürür. İşsiz kaldığında Ahmet’in de güvenebileceği hiçbir şey kalmıyor elinde. Öte yandan, Ahmet’in yalnızlığı da yaşam tarzıyla ilişkili. İşsiz kalmadan önce de yalnız olduğunu, çevresinde birilerinin bulunmasının yalnız olmadığı anlamına gelmediğini işsiz kaldığında sezmeye başlıyor. Parası, işi, statüsü olmayanın hiçbir değeri olmadığına ilişkin hâkim ideolojiyi içselleştirmiş olduğu için, bunları yitirdiğinde çırpınmaya başlıyor.

‘Öteki’nin, marjinalize edilmiş olanın, romanda malzeme olarak sıklıkla kullanıldığı bu bugünde, tüm ötekileri ve bizleri, tüm zamanı kuşatan, bütüncül bir bakış var Dünyanın Uğultusu’nda. “Ortalama olmak” Ahmet’in sorguladığı meselelerden biri. Ortalama kahramanları yazmanın sizdeki karşılığını sormak istiyorum.

Reich’in olduğunu sandığım bir söz var; mealen şöyle bir şeydir: “Aç bir insanın neden hırsızlık yaptığının değil, diğer aç insanların neden yapmadığının yanıtını aramak lazım,” der. Daha sıradan görünenlerde, daha derinde olmakla birlikte, insan hakkında, insan hayatı hakkında, insan ilişkileri hakkında daha sahici şeyler saklıymış gibi gelir bana. Edebiyatın biraz da insana dair, insan hayatı, ilişkileri hakkında sorular sormanın, yanıtlar aramanın çok özel bir yolu olduğunu düşünürüm. Bu nedenle, sıradan ya da ortalama kahramanların yazara daha büyük imkânlar sağladığına, hareket alanı açtığına inanırım.

Kahramanlarınızda kusur, acz ve fakr olan ‘insan’ı görüyor okur. Kahramanları en yalın halleriyle konuşturmak tercihinde yazar hangi sorumluluğunu yerine getiriyor?

Yazarın sorumluluğu konusu zor bir konu. Yazarların sorumluluğundan söz etmek, onlara görev, misyon yüklemek anlamına gelir, ki bu da edebiyatın olmazsa olmazı olan yaratma özgürlüğünü zedeler. Her yazarın kendi seçimidir kahramanları yalınlıklarıyla ya da karmaşıklıklarıyla konuşturmak... Unutmamak gerek; insan hayli karmaşık bir varlık. Neyi neden yaptığının yanıtını her zaman bulamayız, bilemeyiz. Onu harekete geçiren çok şey var, güdüler, arzular, hırslar, duygular, akıl, inanç... Bunlar kimi zaman uyum içerisindedir, kimi zaman birbiriyle çelişir. İnsan olmak, dünyanın karmaşasının yanı sıra kendindeki karmaşayla da baş etme uğraşıdır biraz da. İnsanı idealize etmediğimiz zaman, onu kusurlarıyla, eksiklikleriyle, karmaşasıyla kabul ettiğimizde bazı şeyleri daha açık seçik görmemiz mümkün olur. Paradoks gibi görünebilir belki, ama insanın karmaşasını kabul ettiğimizde, önkoşullardan, yargılardan kendimizi kurtardığımızda, insanı daha yalın haliyle görebilmemiz mümkün hale gelir. İnsana soyut bazı nitelikler izafe ettiğimizde, bu niteliklerin var olup olmadığı sorusu gördüğümüzü anlama sorunumuzun önüne geçebilir. İnsanın eksikliklerini, karmaşasını kabul etmek daha insani bir bakış açısı sağlar bize. İnsanı yargılayacaksak da önce anlayıp sonra yargılarız.

Romanın geneline gri bir hava hâkim, duyumsattığı ses de gerçek anlamıyla uğultu. Dünya ne kadar zamandır böyle?

Epeydir böyle olmalı. Sanırım hiçbir zaman herkes için parlak, ışıklı, sessiz bir dünya olmadı burası. Her zaman birileri için ışıklı, başka birileri için de gri oldu. Galiba içinde bulunduğumuz dönemin önemli bir özelliği de kimsenin bu uğultuya kulağını kapatamadığı bir dönem olması. İnsanlığın bir altın çağı oldu mu bilemem, ama birileri için dünya griyken ve uğulduyorken, ötekiler için de hiçbir zaman mutlak bir sessizlik, uğultusuzluk olmamış olmalı. Hele ki günümüzün giderek tektipleşen dünyasında, her şey gibi eşitsizlikler ve haksızlıklar da küreselleşmişken... Gözümüzü, kulağımızı kapasak bile “yeryüzünün lanetlileri” seslerini bize duyurmayı başaracaktır. Kendimizi lüks sitelere de kapatsak, en güvenlikli sistemleri de kursak, gözümüzü kör kulağımızı sağır da etsek, dünya birileri için uğultuluysa, bizim de kulağımıza gelir o uğultu.

Roman bitse de kendinizi Ahmet’i, Aynur ya da Ayla’yı düşünürken yakaladığınız oluyor mu?

Dünyanın Uğultusu’na en çok yoğunlaştığım bir yıla yakın sürede gün içerisinde, ilgili ilgisiz bir yerde sıklıkla aklıma geliyorlardı. Romanı baştan sona planlayarak yazmadığım için aklıma takılan sorular ve bunlara verdiğim yanıtlar romanın akışını ve kurgusunu da etkiliyordu. Roman bittikten sonra yayımlanması neredeyse bir yılı bulduğu için bu dönemde hayli uzaklaştım, ama kitabın yayımlanmasıyla birlikte eşin dostun romanla ilgili soruları geldikçe yeniden aklıma düşer oldular. Şu sıralarda da nadiren “Şimdi buna Aynur ya da Ahmet ne derdi?” diye sorduğum oluyor. Bir de geçenlerde, 2001 krizinden sonra Ahmet’in şerbetlenip şerbetlenmediği ve 2008 krizinde ne yapıp ne düşüneceği sorusu düştü aklıma. Sonra da bu soruya romanda yanıt verdiğimi düşünüp gülümsedim.

Yeni Şafak Kitap, 04.03.2009

Comments

Comments are closed on this post.