SÖYLEŞİ: Behçet Çelik'le Söyleşi - Nalan Barbarosoğlu

Thursday, December 2, 2010 3:00:00 PM

Dünyanın Uğultusu, kendimiz olamayışımız üzerine de bir roman bence. Ve bu olamayış bir yerinme ya da yazıklanma değil de yalın bir gerçeklik olarak serimleniyor romanda. Evrensel bir uğultunun içinde insanın kendi sesini bulması hiç de kolay değil öte yandan. Roman kişileri kendi hayatlarına bakarken başkalarının hayatı üzerinden de konuşuyorlar doğal olarak. “Ben” ve “onlar” alanının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı, birbirine dalgalanarak karıştığı birçok sahneyle karşılaşıyoruz roman boyunca. Roman kişilerinin işsiz olması ise ekonomik değerlerin sosyal değerlerle ilişkisini sorgulamak açısından verimli bir alan sağlıyor romana. Her iyi roman gibi okura birçok açıdan okuma olanağı veren Dünyanın Uğultusu’ndaki bazı sorunsalların arka planını konuşmak istedim Behçet Çelik’le...

Bir insan ne kadar tanıyabilir kendisini? Daha doğrusu, bir insanın kendini tanıması, Sokratik deyişle “kendini bil”mesi nasıl gerçekleşir? Eylemlerinin izini sürerek mi, duygularının izini sürerek mi?

Bu soru felsefenin temel sorularından biri, bunun yanıtını vermemi beklemiyorsunuz sanırım. Belki soruyu biraz değiştirirsem, yanıt vermeye cüret edebilirim. “Kendimizi bilmemeyi nasıl başarıyoruz?” Bu soruya vermeye çalışacağımız yanıtlar bize bir parça yardımcı olabilir. Kendimize dair hikâyelerimiz var, bunlara bir biçimde inandıktan sonra, her şeyi bu hikâyelerin kahramanı olarak yaşıyor, hissediyoruz. Hisler de, eylemler de önceden benimsediğimiz bir ya da birden çok hikâyenin motifleri, hareketleri halini alıyor. Böyle olduğunda, her ikisi de, duygular da eylemler de aynı noktaya götürecektir bizi. Daha doğrusu, yanıttan uzaklaştıracaktır. Üstelik tek bir hikâyemiz de yok. Eşimizle, sevgilimizle ilişkimizdeki hikâye ile patronumuzla ilişkimizdeki hikâye aynı değil. Dolayısıyla farkına varmamız gereken birçok hikâye var. Hepsini bilmemiz mümkün mü, bilmiyorum. Ama görebildiğimiz, farkına vardığımız hikâyelerin sayısını artırmak mümkün. Yanıta yaklaşamasak da, daha da uzaklaşmayız en azından. Bedenimiz var bir de... Hikâyelerden nispeten bağımsız olarak bize bizimle ilgili bilgi verir bedenimiz. Acıktığımızı, susadığımızı bilmek için bir hikâyeye ihtiyacımız yok. Bedeni öne çıkaran bu bakış açısı giderek önem kazanıyor. Bedenin yol göstericiliği, elimizden tutacak bir mürşit kalmadığında daha da öne çıkıyor. Ne var ki, bedenin çağrılarını -arzularımızı, hazlarımızı- da söz ettiğim hikâyelerin içerisinde anlamlandırıyoruz. Saf bedensel arzularımız yok artık. Zihinsel, bilişsel, algısal olduğu kadar bedensel olarak da kuşatılmış durumdayız. Bu konuda da, bizi kuşatan, kolayca sahiplendiğimiz, kendimizi içerisine attığımız ya da atmak istediğimiz hikâyelerin farkına varmaya çalışmamız gerekiyor.

İnsanın artık bir şey hissetmediğini hissetmesi... Ahmet’i daha ilk sayfalarda bu ruh durumuyla tanımaya başlıyoruz... Bu farkındalığın başlamasından, bu farkındalığın oluşma koşullarından söz eder misiniz?

Zaman zaman içimizi dolduran sıkıntı, hiçbir şey yapmak istememek, hiçbir şey yapmak istememekten bile rahatsız olmamak... Bu durumdaki kişiler için kaygılanırız. Bu kişinin yaşam enerjisinin azaldığını, tükendiğini düşünürüz. Öyledir de... Yaşamıyor gibidir. Ama bu durum bir şeylerin farkına varmak için bir uyarıdır da. Bir dolu şeyin yolunda gitmediğinin, bir şeylerin değişmesi gerektiğinin göstergesidir. Modern dünya, insanı mutsuz eden yaşam koşullarının değişmesinin neredeyse imkânsız olduğunu savunduğu için, bu durumdakilere muhtelif kimyasalları, eğlence dünyasının ürünlerini, ya da tüketimi önerir. Dünyanın Uğultusu’nun başlarında Ahmet de, bu gibi şeylerin artık kesmediğini fark ettiği bir süreçten geçiyor. Kendine çizdiği, ya da içerisinde kendini nicedir iyi hissettiği hikâyenin kendi hikâyesi olmadığının farkına vardığı bir dönem bu... Belki biraz da bir yaş dönümüne denk gelmesiyle, belki iyi kötü kurduğu dengenin bozulmasıyla başlıyor bu farkındalık. Ahmet’in hikâyesi, bir yandan kendini bir topluluğun hem içerisinde konumlandırır ve onlarla bir olmanın rahatlığını yaşarken, bir yandan da kendini onlardan bir parça uzakta (ya da yukarıda) gördüğü bir dengeye dayanıyor. Bozulan bu denge en başta.

Ahmet’in duyumsamalarından biri olan “ruhsuzluk” hali bir şuursuzluk hali mi? Duyarsızlık ruhsuzluğun göstergesiyse, duyarsızlık düşünme eyleminde ne kadar etkili sizce?

Ahmet’in kendini “ruhsuz” bulması ve bunu önemsemesi bir şuursuzluk değil. Kendi iç dünyasına duygularından, coşkularından uzak, nispeten daha nesnel bakabilmesi anlamını taşıyor “ruhsuzluk.” Baştaki hikâye metaforundan devam edersek, üzerine giydiği hikâyelerin bir bölümünü çıkarttığı, nispeten dolaysızlaştığı bir aralık bu. Saf akıl yürütmelerle düşünmüyoruz; niyetlerimiz, duygularımız, beğenilerimiz de düşüncelerimizi belirliyor. Ahmet’in içinde bulunduğu “ruhsuz” ruh halinde, başka bir deyişle “boşluk”ta bunların bir bölümü yok gibi. Beklentisi, üzüntüsü ya da sevinci yok - gibi. Bu da düşünme eylemini bir biçimde etkileyecektir sanırım.

Dünyanın uğultusuyla eşitsizlik arasında kurduğu ilişki, genç Ahmet’in bir aydınlanma anı yaşamasına da neden oluyor. Eşitsizliğin olduğu bir dünyaya tutunma çabası, kendini korumak zorunda olmak, bir savunma biçiminin içinde duyarsızlaşmaya mı dönüşüyor zaman içinde?

Ahmet’in kurduğu “denge”lerden biri de bu. Hepimizin kurduğu bir denge bu aynı zamanda. Hepimiz bu dengeyi farklı biçimlerde de olsa kuruyoruz. Eşitsizliklerle dolu bir dünyada, daha az eşitsizliğe yol açtığımızı sandığımız/ kurduğumuz bir denge içerisinde hayatımızı sürdürmek istiyoruz. Bu da giderek değişiyor. Son yirmi otuz yılda sözünü ettiğim denge durumuna baktığımız açı değişmeye başladı. Neoliberal düşünürler, siyasal eşitliği öne çıkartırken ekonomik eşitliği göz ardı ediyorlar. Siyasal eşitliği savunmayanları ya da hakkıyla savunmayanları ahlaksızlıkla suçlarlarken, sosyal ve ekonomik eşitsizlik konusunda Ahmet’in genç yaşlarda kurmak istediği “daha az eşitsizliğe yol açmak” ahlakını bile önemsemiyorlar. Ekonomik eşitliğin imkânsız olduğu, bu eşitsizliğin temelinde insanın doğasının bulunduğu tezine sarılıyorlar. Bu imkânsızın peşinden gitmek isteyenleri hayalperestlikle suçluyorlar. Sanırım, yirmi otuz yıl önce eşitsizliğin insanın doğasının sonucu olduğu savı bu denli kitlesel değildi. Ahmet’in kendi dengesini kurmasında bir gözlemi etkili oluyor. Dünyanın da bir denge halinde olduğunu düşünüyor, dünyanın denge halini bozmayı değil, sürdürmeyi yeğliyor. Manevi desteğini dünyanın -sözde- dengesinden alıyor. Böylece dünyanın dengesiyle kendi dengesi arasında dolaysız bir bağ kuruyor. Evet, bir yanıyla bir savunma biçimi, ama bir yanıyla da kendini dünyanın dengesizliklerine karşı açık tutmak bu.

Ahmet, yine kendisi gibi işsiz Aynur’la tanıştıktan sonra “İki işsizin arasında statü farkı oluyordu demek” diye düşünüyor... “İşsizlik statüsü” ironik bir gözlem ya da saptama olsa da, bir gerçekliğe işaret ettiği kesin... Sizce statüler ne kadar belirliyor hayatı?

Statüler çok önemli. Kendi hikâyemizi de, başkalarının hikâyelerini de statüler üzerinden okuyoruz. Daha eşit bir dünya için yola çıkanların kendi aralarında kurdukları hiyerarşiyi düşünelim, ya da en dolaysız ilişki biçimi olduğunu savunduğumuz aşk ilişkisinde toplumsal cinsiyet rollerini, bir anlamda statüleri belirleyen patriyarkanın üzerimizdeki etkisini... Statüler sadece toplumsal alanda değil, gündelik hayatta da algımızı, tavrımızı etkiliyor.

“Çarkın dişlisi olmak” konusunda Ahmet’in düşüncelerini biliyoruz... Çarkın dişlisi olan insan sizin için ne ifade ediyor? Çarkın dişlisi olmamak mümkün mü?

Bu da bu söyleşinin zor sorularından biri. Yine de bunun mümkün olduğunu söyleyeceğim. Bunun mümkün olmadığını düşünüyorsak, her şey mubah hale gelir ve kendimizi dizginlemek için dünyevi bir neden bulamayız. Kimileri, bunun bir düş olduğunu kabul edip, dolayısıyla bu düşten vazgeçip dünyanın düzenini nesnel olarak görmeye çağırıyor bizi. Çarkı ya da dünyanın düzenini bir olgu olarak görmekle bu düşten vazgeçmek aynı şey değil. Bu düş, bence hayli gerçekçi bir ahlak sağlıyor bu düşü görenlere. Dünyevi olmayan ahlaklara göre daha sağlam bir ahlak bu.

Alışkanlığa dönüşen yaşam karşısında Aynur’un dediği gibi, gerçekten “susmak en iyisi” mi?

Aynur, kendi hikâyesini Ahmet’le kıyaslarsak daha net gören biri. Engel olamadığı bir şeyler var iç dünyasında, bunlara engel olamıyor, ama çatışmalarının farkında. Giderek, başkalarıyla ilişkisinde de bir şeylerin değişemediğini görüyor. Bunda da kendi üzerine düşen sorumluluğu kabulleniyor, canı yanarak da olsa... Susması, kendine aynı hikâyeyi bir kez daha anlatmamak için. “Bu şöyle oldu çünkü ben buyum...” gibisinden sözlerle örülü bir anlatıyı yineleyip durdukça hikâyenin daha da kıvamlanacağını, yerleşikleşeceğini seziyor.

Roman boyunca Ahmet “kendinin karikatürü olmak” duygusunu sık sık yaşıyor. Bir olumsuzluk tınısıyla söylüyor Ahmet hep bunu. Bu duygu durumu –yazarken– size ne gibi kapılar açtı?

Başta kendimde, sonra da başkalarında gördüğüm bir şey “kendinin karikatürü olmak.” Yine hikâye metaforu ekseninde yanıtlamaya çalışacağım. Bir zamanlarki hikâyemiz oldukça gerçekçiyken, bir zaman sonra aynı hikâye hayli fantastik bir hal alabiliyor. Biz bu hikâyeyi gerçekçi bir hikâye olarak algılamayı sürdürdükçe kendimizin karikatürüne dönüşüyoruz. Kişinin kendine baktığında kendi karikatürünü görmesi -artık bir şeylerin farkına varıyor olmak anlamına gelse bile- acılı bir süreçtir. Utanırsın, sıkılırsın, küçük düşmüşsündür, daha da küçük düşüp iyice yok olmayı seçebilirsin, silkinip kendine dönmek istersin -buna gücün var gibidir de, yok gibidir de-, elin ayağına dolaşır, derin bir soluk alır, kendinle dalga geçmeye kalkarsın, kendin gibiler ararsın çevrende, onlarla daha çok dalga geçersin, onların hal ve hareketlerinde bir kez daha kendini görürsün, deminden beri saydıklarımı sil baştan yaşarsın... Bu gibi ruh hallerini yazmak insanı tetikte tutuyor. İnsan, kendi roman kahramanının karikatürüne benzemek ister mi hiç!

Hayatta sık sık bir şeyleri “zaman”a bırakırız. Zamanın gelmesini ya da zamanın geçmesini bekleriz. Ve bunu genellikle de sorgulamayız. Roman kişiniz Aynur ise sorguluyor. Ve yokoluşa kadar gidebiliyor düşüncelerinde. Bir önyargımızın altını çiziyor adeta. Sizce zaman kavramı insanın bir avuntusu mu ya da bir sığınak mı?

İsterseniz önce zamanı bir kenara bırakıp onun kavram çifti olan mekândan söz edelim. Dünyadayız. Bu çoğu zaman insana ağır gelen bir şeydir, ama şöyle bir silkinip de, Edip Cansever gibi, “Dünyadayız artık. Dünya!” dediğimizde kendimize geliriz; dünyada olmamak, olamamak da var... Öte yandan aynı şiirde Cansever’in dediği gibi, “kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler yaşıyor, o kadar.” Mekân (dünya) için söylediklerim zaman için de geçerli - bu ikisini birbirinden nasıl ayırırız. Zamanın akıp gidiyor oluşu bizi her iki yönde etkiliyor; hem eskiyoruz zamanla, hem de her an yenileniyoruz - zaman geçmese nasıl yenileniriz? Aynur, zamanın her iki yöndeki etkisinden de uzak olmak istiyor kimi zaman. Bu onun için bir seçim değil, zorunluluk. Zamanın geçişini hissettiğinde dünyanın uğultusuna tahammül edemiyor. Sorduğu sorularla, hatta sorulardan da çok reddedişleriyle (“O da değil, bu da değil, peki ne?” diyerek) kimi nadir anlarda zamanı durdurup “yekpare bir anın parçalanmaz akışında” olmaya çabalıyor belki de. O yekpare anda, zamansızlıkta, yaşamasızlıkta kendini var hissediyor. Çoğu zaman kendimizi en dipte hissedeceğimiz bu gibi duygu durumlarından o kendisine güç topluyor.

Hayat için “Yılgınlık verici bir tekrardan ibaretti” diye düşünen Aynur, “Çağımızda aşk sadece olmadığında, yokluğunda varlığına inanabildiğimiz bir şey değil miydi?” diye soruyor kendi kendine... Ya da soru formunda bir saptama yapıyor. Peki, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Aşk varken ona inanıp inanmamak gibi bir derdimiz, sorunumuz olmaz sanırım. Yaşıyoruzdur, içerisindeyiz... Aşk üzerine konuşmaya, sorular sormaya, inandırıcılığını tartışmaya başlamışsak onu elimizden kaçırmışız demektir, düşüncesiyle yetinmeye çalışıyoruzdur. Zihnimizin, zekâmızın yeteneği oranında, kelime hazinemiz, akıl yürütmelerimiz aracılığıyla aşkın gölgesi üzerinden aşkı anlamaya (bir yanıyla da yaşamaya) çalışıyoruzdur. Aşk üzerine ahkâm kesmekten yılabiliriz, ama aşktan yılgınlık duymayız. Dediğim gibi aşk halindeyken ahkâm falan da kesmeyiz zaten.

Hayat ritüelinin akıldışılığını gören Aynur’un düşüncelerine ne kadar katılıyorsunuz? Eğer katılıyorsanız, bu ritüellere sımsıkı sarılmamızı nasıl açıklıyorsunuz / yorumluyorsunuz?

Bu ritüellere sımsıkı sarılmayıp ne yapacağız? Yapacak başka bir şeyimiz olmadığında, bizden önce belirlenmiş, yapılagelmiş, ritüelleşmiş şeyleri yineleyip durarak geçiririz zamanı. Bize öğretilmiş, zamanla içselleştirdiğimiz şeyler bu ritüeller. Kimi zaman işe de yarar, hakkını yememek lazım. Başkalarıyla ilişkilerimiz çoğu zaman verili kalıpların varlığı sayesinde sürmüyor mu? Herkese kendimizi açabileceğimiz, bize kendini açan herkesi kabul edebileceğimiz bir toplumsallık içerisinde yaşamıyoruz, o zaman kendimizin gölgesiyle başkasının gölgesinin iletişimine izin verip idare etmek gerekiyor. Bu da bir başka denge oyunu, bir tür cambazlık. Bunu çok başarıyla yapanlar olduğu gibi, beceriksiz adımlarla düşe kalka, yaralanarak sürdürmeye çalışanlar da var.

Ahmet’i düşünürsek, işi olmayan, işsiz insanın duyduğu ağırlıkla, içten içe yaptığı işe inanmayan insanın duyduğu ağırlık arasında ne türden bir farklılık var sizce? Var mı?

Baştan şunu kabul etmeliyiz. Para diye bir şey var. Geçim derdi, dünyanın gailesi dünyanın uğultusunun en derin seslerinden biri. Kimsenin geleceğine güvenle bakamadığı bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla işsiz insan parasız olmanın ağırlığını her an duyacaktır. Öteki, sevmediği bir işi sürdürüyor da olsa, ihtiyaçlarını giderecek parayı elinde tuttuğu ve elinde tutmayı sürdüreceğine inandığı için daha rahattır, daha farklı bir ağırlıktır duyduğu. Ne var ki yaşanan ekonomik krizler bu rahatlığı da aldı elimizden. Bir işimiz olacağının güvencesini duyamıyoruz artık. Yitirecek bir şeyimiz olduğunu fark etmeye başladık. Bu durumda belki de duyulan ağırlıklar benzeşmeye başlıyordur. Kriz zamanlarıyla normal zamanlar da benzeşiyor bu noktada. Kriz zamanlarının ağır havasını normal zamanlarda da duymaya başladık. Bu da krizin arızi değil kalıcı olduğunu gösteriyor. Normal zamanlar dediğimiz zamanlar hakikaten normal zamanlar olsa, bunları bu sıklıkta krizler takip etmez.

Ahmet’in ruh durumundan yola çıkarak soruyorum: Bulunduğu yerde olmak istememekle dünyanın uğultusu arasında bir bağlantı var mı sizce?

Çoğu zaman nerede olmak istediğimizi bilmiyoruz. Tek bildiğimiz bulunduğumuz yerde olmak istemediğimiz. İşsiz insanla çalışan ama işini sevmeyen insanın benzeştiğinden söz ettik az önce. Sevdiği işi yapmayan biri kendini gerçekleştirmekten, yaratıcı etkinliklerde bulunmaktan uzaktır. Dünya daha fazla uğuldamaz mı o zaman?

İnsanların kendilerini güvende hissetmeleriyle etik arasında nasıl bir ilişki var sizce? “Biz” ve “onlar” alanı siyasetin ve ideolojinin gerçekten de temelinde duruyor. Sizce hangi koşullarda siyaset ve ideoloji “hepimiz”, “herkes” alanına kayabilir? Bunun etik ve toplumsal koşulları nelerdir?

“Hepimiz” diye siyasi anlamdaki yekpare bir bütünden ancak sınıfsız toplumda söz edebiliriz sanırım. Bu da siyasete ve ideolojiye gerek duymayacağımız bir noktadır. Öte yandan, evrensel insan hakları konusunda bile uzlaşmanın sağlanamadığı günümüz toplumsal-siyasal ortamında, bu evrensel hakların hepimiz, herkes için geçerli olmasını talep ettiğimizde bile bizim gibi düşünmeyenlerle çatışma içerisine giriyoruz. Siyaset bugün bu noktadaki tartışmalar üzerinden sürüyor. Az önce de söyledim ya, herkesin oy hakkını savunanlar, herkesin ekmek yeme hakkı söz konusu olunca yan çiziyorlar. Üstelik eşit oy hakkını bile içselleştirmiş değiliz. Bir profesörün oyu ile bir çobanın oyunun eşit olup olmadığı konusunda bile uzlaşmış değiliz. Bu konularda uzlaşmamız gerek önce. Çobanın oy hakkı bizimkiyle eşit, ama onun beslenme, sağlık ve eğitim hakkı da bizimkiyle aynı olmadıkça çok şey eksik kalacak. Rekabet koşulları karşısında hepimiz eşitmişiz gibi bir hava yaratılıyor. Bilmem hangi çoban memlekete reisicumhur olmuş. Evet, olmuş, ama yüz binlercesi de nasıl koşullarda yaşıyor ve ölüyor. Üstelik rekabet özgürlük değil tutsaklık getiriyor. Rekabet edebilmek için farklılıklarımızdan vazgeçmemiz gerekiyor. Farklılıklarımızı koruyabileceğimiz, siyasal hakların yanı sıra ekonomik ve sosyal haklar bakımından da eşit olduğumuz koşullarda, belki bir parça daha yekpare bir “hepimiz”den söz etmek mümkün olabilir.

Pek çoğumuz için iyi okul, iyi iş, kendini güvende hissetmek için yeterli. Bazılarımız için değil. Bu amaç ve hedef, insani değerlerle ne kadar örtüşüyor sizce?

Gelinen noktada, bu saydıklarınız çoğumuz için yeterli olmayacak gibi görünüyor. Yeni bir kriz korkusuyla kendini güvensiz hissedenler giderek artıyor. İnsani değerlerin ne olduğu konusunda da tanımımı olumsuzundan yola çıkarak yapma yanlısıyım. Robotik değerlerden söz etmiyorsak insani değerlerden söz ediyoruzdur. Bizi birörnek yapmayacak, yaratıcılığımızı hayata geçirmemize izin verecek, başkalarına zarar verme pahasına bir şeyler edinmeyi göze almamızın gerekmeyeceği bir dünya özleminden söz ediyorum. Günümüz dünyasına hâkim olan ve bize empoze edilen amaç ve hedeflerle pek örtüşmüyor sanırım bunlar.

Ahmet kendine bakarken “Bir film olsaydı yaşadıkları, ya da bir roman. Çoktan sıkılırdı izleyici de, okur da. Salon boşalmış, kitap bir kenarda unutulmuş olurdu” yorumunu yapıyor. Sıkıcılığın, sıkıntının romanı ya da filmi okuyucu ya da izleyici bulmaz mı sizce?

Ahmet’in romanı da bir yanıyla sıkıcı. . Normal zamanda olsun, kriz zamanında olsun Ahmet’in pırıltılı dış görünüşünün altında sıkıcı bir hayatı olduğunu görüyoruz. Hayatlarımızın nasıl da sıkıcılaştığını, bu sıkıcılığın krizlerle ilgisi olmadığı anlatmak istedim Dünyanın Uğultusu’nda... Bu sıkıcılıktan kurtulmak için bizi eğlendirecek şeyler arıyoruz çoğunlukla. Sinemada da, edebiyatta da aradığımız böyle şeyler artık. Kendi hayatlarındaki sıkıcılıkla yüzleşmeye cesaret edebilenler içinse sinema ve edebiyatın başka anlam ve işlevleri var. Bu gibi izleyici ve okurun itibar ettiği eserleri “eğlence sektörü”nde değerlendirmiyoruz zaten.

Yaşadıkları karşısında “kader”den “gen” nedenselliğine geçen insanın duyuş ve düşünüşü özsel olarak da değişiyor mu sizce? Değişiyorsa, bu gelecekteki insanın yaşama değerlerinde bir değişime hatta dönüşüme yol açar mı dersiniz?

Kader karşısında da, gen karşısında da elimizden gelen çok şey yok. Ama arada büyük bir fark var. Kaderimizde ne olduğunu bilme şansımız yok, ama genlerimizi bir ölçüde bilebiliriz ve kendimizi koruyacak şeyler yapabiliriz. Şunu da unutmamak gerekir. Yaşadıklarımızın, başımıza gelenlerin ardında hangi nedenselliğin izini arıyor olursak olalım, esas olan yaşadıklarımız karşısında alacağımız tutumdur. Genlerine en kaderci kişilerden daha bağnazca tutsak olanlar yok mu? Ya da kendi iradesiyle yapıp edeceklerinin sorumluluğunu tam anlamıyla alan, ama yapıp ettiklerinin kendi kaderi olduğuna inananlar? Aldığımız tutum, inandıklarımızdan daha önemli görünüyor bana.

Romanın sonlarına doğru Ahmet, “İster inan, ister inanma. Aynı nehre bir daha girilir. Bir daha yanıp tutuşulur. Daha önce yaşananlar görmezden gelinir, geceler boyu kaçan uykular, kurgular, kuruntular... Hiçbir uğultu çalınmaz kulağa – sadece kalbin ritmi” diyor. Bu saptama bir çaresizlik duygusunun yanı sıra bir isyan tınısını da barındırıyor içten içe... Bir roman kişisinin çaresizlik ve isyan arasında salınması, okuru da dönüp kendine bakması açısından kışkırtıyor... Bu konuda siz neler söylersiniz? Gerçekten bir tekrardan mı ibaret hayatımız?

Evet, öyle, ama bunun için çok üzülmemiz gerekmiyor. Daha doğrusu, canımızı esas sıkması gereken benzer şeyler yaşıyor olmak değil, tekdüze bir tekrar duygusuna kapılıyor olmamız. Şunu da gözden ırak tutmamak gerek. Yaşadıklarımız belki tekrardan ibaret, ama tekrarı yok bu yaşadıklarımızın. Biricik bir deneyim bu. Yeniden doğuşa inananlar bile aynı hayatı yeniden yaşayacağımızı söylemiyorlar. Kalbin ritminin bütün sesleri, uğultuları bastıracağı anlar yaşamayı sürdürebiliriz, benzerini daha önce yaşamış olsak da... Kendimize yakıştırdığımız hikâyelerimize çok kulak asmamak gerekiyor; her an yeni bir hikâye kuruluyor, her an yeni bir hikâyenin içerisindeyiz esasında. Tekrar duygusuna kapılmak da, bizi bekleyen yeni deneyimi biricik bir deneyim olarak yaşamak da bizim elimizde.

“Kendini çoğu gün yokmuş gibi hissetmenin iyi yanının hiçbir yarışın içinde olmamak olduğunu fark” eden Aynur için varoluş noktası/noktaları tam da bu hissedişte mi acaba? Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Aynur gibi bir roman kişisi yaratmanızın arka planını bizimle paylaşır mısınız?

Aynur, durmadan canını sıkan, öfkelendiren insan, kurum, ya da değer yargılarının karşısında, onlar gibi olmadığını fark ettiği zamanlarda bir parça soluk alabiliyor. Ahmet’te olmayan bir cesaret var Aynur’da. “O da değil, bu da değil, peki ne?” diyebiliyor. “Peki ne?” Bu soruyu sormak, bir yanıt bulamamaya da hazır olmaktır; cesaret ve açıklık gerektiren bir duruştur bu. Şunu da biliyoruz: “Peki ne?” sorusuna yanıt bulamadığında da, dönüp daha önce reddettiği yanıtları kabullenmeyecek Aynur. Biz çoğu zaman bu denli açık değiliz, bizden önce verilmiş yanıtları benimseyiveriyoruz, sonra da bizimle aynı yanıtı vermiş olanlarla bir “biz” kurup, bizden olmayanlara karşı çıkıyoruz. Dünyanın Uğultusu’nda ucundan bir parçasını anlatmaya çalıştığım 1990’ların (hatta 2000’lerin) toplumsal atmosferi, “Peki ne?” sorusuna verilmiş sayısız yanıttan, bu yanıtların bileşkesinden oluşuyor. Bu yanıtlar arasında hayli muhalif yanıtlar da var üstelik. Aynur, sahici olmayı “bir şey” olmaya yeğliyor. Bir şey olanların dünyasında işi zor, kendini hemen bir yere atanlar arasında yeri yok onun - yersiz yurtsuz. Ahmet’in hassas dengeler kurmak pahasına ihmal ettiği, işsiz kalıp da kendi hayatını sorguladığında uzaktan anımsar gibi olduğu yanına hitap eden biri... Sanırım Ahmet bu nedenle beklenenden fazla ilgi gösterdi Aynur’a.

Comments

Comments are closed on this post.