SÖYLEŞİ: "Öykü Ruhlarımızı Kurtarabilir" - ERAY AK

Posted by Admin Saturday, May 13, 2017 3:08:00 PM

Cumhuriyet Kitap, 11 Mayıs 2017

- Bu öyküleri bir çatı altında toplayan, bir arada tutan duygular neler? Yazarken ortak bir dert yahut tetikleyici noktalar var mıydı? Sadece yakın zaman aralıklarıyla yazılmış olması değil sanıyorum...

Önceki öykü kitabım Kaldığımız Yer’in yayımlanmasının üzerinden tam iki sene geçti. Bu kitaptaki öyküler bu iki sene içerisinde yazdıklarım. Dolayısıyla bu öyküleri aynı çatı altında tutan bir yanıyla, çok yakın zaman aralıklarıyla olmasa da, belli bir zaman diliminde yazılmış olmaları. Beri yandan bu iki yıl içerisinde beni öykü yazmaya sevk eden hallerin, olayların, izlenimlerin benzerlik taşıması da olağan. Sonuçta kapıldığımız ruh halleri ya da kafaya taktıklarımız günübirlik değişmediği gibi, canımızı sıkan, bizi derinden sarsan olaylar da üç-beş günde değişmiyor. Şunu da itiraf etmeliyim. İki yıl önce kafamda yeni bir öykü kitabı yoktu. Ne var ki bu iki yıl içerisinde yaşadıklarımız, yüreğimizi ağzımıza getiren olaylar, bu kadarı da olmaz derken daha beterlerine tanık olmak, çok zaman okumanın da, yazmanın da beyhude mi beyhude görünmesine neden oldu, ama kimi gün de bir şeyler yazma konusunda tuhaf bir dürtü yarattı içimde.

- Nasıl bir sürecin öyküleri Yolun Gölgesi'nde okuduklarımız? Bu paralelde bugünün siyasi ve toplumsal sıkıntıları, yazı hikâyenizi, yazma hâlinizi nasıl etkiliyor? Öykülere de buna bakarak sokağa çıkma yasaklarından işinden olan akademisyenlere, taşeron işçilerden Suriyeli mültecilere kadar güne dair pek çok unsur giriyor...

Önceki sorunuzu yanıtlarken değindiğim gibi, siyasi ve toplumsal sıkıntılar öncelikle ruh hallerimizi etkiliyor. Çevremdeki pek çok kişide, kendimde de, gördüğüm, duyduğum, hatta okuduğum ortak bir ruh hali baskındı son iki yılda. Öfkeyle çaresizlik hissinin iç içe geçtiği bu ruh hali insanı kötürümleştirmeye, çöküntüye, boşluk ve anlamsızlık duygusuna sokmaya çok uygundu, ama bu aynı ruh halinin içindeyken şaşırtıcı biçimde küçücük şeylerde bizi kucaklayan ya da bizim kucaklamak isteyeceğimiz bir yan olduğunu da daha yakından, daha içeriden duyduğumuzu inkâr edemeyiz sanırım. Geçenlerde John Berger’in bir cümlesine rastladım. Öykünün her zaman bir kurtarma operasyonu olduğuna benzer bir sözü varmış. Kitaptaki öykülerde güncel politik durumlara göndermeler var, ama bu öykülerde benim derdim asla politik bir noktaya işaret etmek değil, güncel gelişmelerin ruhlarımızda, iç dünyamızda neler yarattığıyla ilgiliyim. Yani, Berger’in dediği gibiyse, öykünün kurtardığı ya da kurtarabileceği şeylerin ruh halimiz, hatta ruhlarımız olduğuna inanıyorum.

- Peki bir önceki sorudan yola çıkarsak; bu siyasi ve toplumsal süreci de işin içine katarak edebiyatımızda yeni bir toplumsal damarın açıldığını söyleyebilir miyiz? Kendi edebiyat maceranızda, öykü dünyanızdaki değişimi de içine alarak anlatmanızı isteyebilir miyim? Artık öykülerde, romanlarda daha çok rastlar gibiyiz toplumsal sıkıntılara... Ne dersiniz?

Edebiyatımızda toplumsal sorunların önceki dönemlerden daha sık ele alınıyor olması, bence, öncelikle edebiyatçıların bir seçimi değil. Toplumsal sıkıntıların ruh hallerimizi, gündelik hayatımızı daha çok, daha sık etkiliyor olması bunun esas nedeni. Bunun yanı sıra bir değişim var elbette. Toplumsal meselelere edebiyat eserlerinde yer vermek bir zaman öncesine kadar otomatik olarak metnin edebi değerini düşüren bir ‘defo’ olarak değerlendirilirdi ve bu yaygın bir yaklaşımdı. Oysa politik ya da toplumsal bir izlek bir metni doğrudan ne iyi ne de kötü yapar. Toplumsal meseleleri dert eden edebi metinlerle daha sık karşılaşmamız sözünü ettiğim önyargının kırılmasıyla da ilgili bence.

Öykü dünyamda neyin, ne kadar değiştiği ya da değişmediği konusunda benim söyleyeceklerimin çok anlamı olur mu, bilemiyorum. Çok öznel bir değerlendirme olacaktır. İnsan yapmak istediklerini yapabildiğini zannetmeye eğilimlidir, oysa hiç becerememiş olabilir. Bu çekincemi elde tutarak yanıtlamaya çalışacağım sorunuzu. Öteden beri ruh halleri ilgimi çekmiştir ve öykü vasıtasıyla ruh hallerini izlemeye, keşfetmeye çalışırım; kendimin ya da başkalarının. Yolun Gölgesi’ndeki öykülerde de bunların peşine düşmeye çalıştım. Bununla birlikte, toplumsal meselelerin bireylerin ruh hallerini çok derinden etkilediğini düşünüyorum. Edebiyatımızın güçlü eserlerine baktığımızda bunu görürüz: toplumsal meselelerin ön planda olmasa da bireylerin iç dünyalarında neler yarattığının anlatıldığı, sezdirildiği eserlerdir bunlar. Üstelik bugün, feminist kuramın etkisiyle kişisel olanın da politik olduğunun daha çok farkındayız, farkında olmaya çalışıyoruz. Kişisel hikâyelerimizin politik izdüşümleri var, tersi de doğru, bunları inkâr edemez, edebiyatı bunlardan uzakta düşünemeyiz.  

- Öykü yolculuğunuza değindik az önce; bu yolculuktan devam edelim isterim... Başlangıçtaki öykülerinizden bugüne tahkiyeye daha çok yaklaştığınızı söyleyebilir miyiz? Ne dersiniz? Bu değişimin nedenlerini de merak ediyorum ayrıca. Roman yazmanızın da bunda etkisi olabilir mi?

Bir değişim var gibi, ama bunun bu kitaptan önce başladığını sanıyorum. Kaldığımız Yer’deki kimi öykülerde de böyleydi. Bunun roman yazmamla bir ilgisi var mı, bilmiyorum, bana daha çok okuyup sevdiğim öykücülerin etkisidir gibi geliyor. Özellikle Alice Munro’nun öykülerinin. Tek bir âna odaklanmayan, birden çok sahneden oluşan, uzun öykü denebilecek metinler bir süredir daha yakın geliyor bana. Ama esas olarak eskisi gibi yazmak istemediğim için öncekilerden biraz daha farklı yollar denemeye çalıştığımı söyleyebilirim. Denemekten söz ediyorum, ama elimi korkak alıştırdığımın da farkındayım, demek eskisinden de çok şikâyetçi değilim galiba.

- Başından beri gündelik hayatın içinde aradınız öyküyü; Yolun Gölgesi de böyle bir kitap. Bu yazıyı nasıl duyumsadığınızla ilgili bir durum belki ama sormak istediğim şu: Gündelik yaşantılar, göstermek istediğiniz resme, âna ya da toplumsal manzaraya dair ne denli ikna edici nüveler veriyor elimize?

Bende bir şeyler yazma, özellikle öykü yazma isteği doğuran haller, izlenimler, tanık olduklarım, kulağıma çarpan, gözüme ilişenler genellikle gündelik hayattandır. Tematik derlemeler için yazdığım öykülerde bile kâğıdı kalemi elime alıp bir şeyler karalamaya başlamam gündelik hayattaki bir ânın etkisiyle olmuştur. Şüphesiz bir yandan kafamın gerisinde alttan alta o temayla zihnim meşguldür, ama o temanın ete kemiğe bürünebilmesi ancak gündelik yaşantıyla arasında bir temas kurabildiğimde mümkün oluyor.  

Şunu da eklemek isterim. Çok zaman göstermek istediğim bir resim ya da toplumsal manzara olmuyor, baştan bir çerçeve çizip içini doldurmuyorum. Gündelik hayattan bana çarpan bir şeyin öykü yazarak peşinden gitmeye çalışıyorum. Peşinden gidip büsbütün kavramak, önünü arkasını çepeçevre kuşatmak, altında üstünde ne varmış görmek de değil derdim; içeriyor ya da gizliyor olabileceklerini didiklemek. İkna edici mi, diye soruyorsunuz? Çok yerinde bir soru. İkna edici olmadığında daha güzel öyküler çıkıyor sanırım. Bizi büsbütün ters köşeye yatırmasın, hiç ikna etmemiş olmasın, böylesi oyunlar kurmayı pek yeğlemiyorum, ama tam biz ikna olabilecek gibiyken bir şeyin fikrimizi çelivermesi ya da hiç ikna olamadığımız bir anda aklımızın yatar gibi olması hoşuma gidiyor. Bu gelgitli halin öyküye çok yakıştığını düşünüyorum.

- Yolun Gölgesi'ndeki öykülerin en kuvvetli ortak teması göç, yersiz yurtsuz kalma, terk etmeye zorlanma... Berna Moran'ın "Edebiyat doğrudan toplumsal gerçekliği ve toplum olaylarını anlatmasa dahi toplumsal yapı ile ilgili olmak, ondan etkilenmek durumundadır" sözlerine katılıyor musunuz bu bağlamda? Özellikle bu kitap ve göç sorununu dikkate alarak soruyorum...

Yerinden yurdundan edilmek günümüz dünyasının temel sorunlarının başında geliyor bence. Bununla sadece mültecileri kast etmiyorum. Kuşkusuz onlar bu sorunu en derinden, en can alıcı biçimde yaşayanlar. Onları hor görüyor, istemiyoruz, günah keçisi ilan edip kendi içimizdeki bütün sorunların onların başının altından çıktığını düşünerek kendimizi rahatlatıyoruz. Bazen daha beter bir pozisyon alıyor, onları bizzat yaşadıkları yerden uzaklaştırdığımızda kendi rahatımızın, huzurumuzun sağlanacağı yalanına inanıyor ya da sarılıyoruz. Onların yola düşmesinin (ya da yola devam etmesinin) bizi rahata erdireceğini sanıyoruz. Oysa hiç farkında değiliz ama onların düştükleri yolun gölgesi bizim üzerimize de vuruyor. Onların başlarına gelenlere yüzümüzü çevirsek, gözümüzü mecazi ve sözlük anlamıyla yumsak bile, neler yaşadıklarını, yaşayacaklarını biliyoruz. “Evlerden ırak” diye bir söz var, gezegende milyonlarca insan evlerinden ırak düşmüşse artık hiçbir şey kimse için evlerden ırak değil, üstelik daha beteri bizim seçimlerimizin de basbayağı etkisi var başkalarının yaşadığı trajedilerde.

Yolun Gölgesi’ndeki öykülerde, bir ya da ikisi dışında, yaşanan trajedileri anlatmaya değil, başkalarının yaşadığı trajedilerin bizim üzerimizde nasıl bir etkisi olduğu sorusuna odaklanmaya çalıştım, hatta belki bir derece daha öteden bakmak istedim. Başkalarının trajedisine tanık olup onlar için bir şey yapamamanın acısını duyan birinin ruh haline tanık olmanın, ona yakın durmanın. Berna Moran’ın vurguladığı nokta çok önemli toplumsal yapıdan çok farklı biçimlerde de etkileniyoruz, bazen de etkilenenleri görünce etkileniyoruz. Edebiyat insanı araştırdığı için onun da etkilenmemesi mümkün değil.

- Yurt, kimlik, kök... Edebiyatın en temel meselelerinden biri mi sizce de? Ya da sizin edebiyatınızdaki nasıl bir yer kaplıyor?

İnsanlar yurtlarından sürülüyor, kimlikleri inkâr ediliyor, köklerinden kopup savruluyorlar; onlar için yurt, kimlik, kök başat meseleler. Edebiyatın insanların başat meselelerinden uzak durması beklenemez. Uzak durmayıp çözüm getirmez kuşkusuz, bu meselelere insanların dikkatini çekmek gibi bir misyonu da yoktur, olmamalıdır, böyle bir misyon o metni edebi olmaktan çıkarır, ama başka bir iş görür, görebilir edebiyat. Gezegendeki her şeyin birbiriyle bir bağı var, hayat dediğimiz şey sadece bize ait olup da başkalarında olmayan bir şey değil, ama biz ne tuhaftır ki kendimizi çok zaman bağsız, bağlantısız hissediyoruz, içimizi derin bir kopukluk duygusu kaplıyor. Bizi önce kendimize (kendimizden de kopmuş gitmiş haldeyiz), sonra da başkalarına ve giderek gezegenin bütününe bağlayacak bir kavrayışın edebiyatla mümkün olabileceğine inanıyorum. Bazen bu kopukluğa duyulan yasın ifadesidir edebiyat, bazen de bu bağın varlığını sezer gibi olduğumuz anlarda parlayıveren ışıltıdır.

- Bir yandan çocuk ve gençlik kitapları da yazıyorsunuz; burada durum nasıl? Az önce konuştuğumuz meselelerin yansıması nasıl oluyor bu tarzdaki kitaplara?

Bu konuştuklarımız güncelliğini, yakıcılığını sürdürdükçe her yere gölgesi düşecektir, çocuk kitapları da bundan muaf değil. Geçen sene yayımlanan Çantasızlar Kampı’nda kentsel dönüşüm meselesine de değen bir hikâye anlatmaya çalıştım. Bu mesele de bir yerinden yurdundan edilme meselesi değil mi? Şehirler hızla değişirken biz hiç yerimizden kımıldamasak bile kendimizi yerimizden yurdumuzdan edilmiş hissetmiyor muyuz? Ya da eski binaların bahçelerini yurt edinen kediler, köpekler bu binalar yıkılıp yenilendiğinde nereye gidecekler?

-  Son olarak şunu sormak istiyorum: Her kitabın okurunda bıraktığı bir iz vardır; Yolun Gölgesi nasıl bir iz bıraktı sizde?

Kitaptaki öyküler söyleşinin başından beri konuştuklarımızın bende bıraktığı izlerin etkisiyle, itkisiyle yazıldı. Bunları yazmak, itiraf ediyorum, yazıldığı günlerde o izlerle baş etmeme yardımcı oldu, birazcık da olsa.  

(Cumhuriyet Kitap'ın 11 Mayıs 2017 tarihli 1421. sayısında yayımlanmıştır.=

Comments

Comments are closed on this post.