Belleğin Girdapları'nda Çağdaş Kaçış - Mukadder Özgeç

Posted by Admin Tuesday, February 18, 2020 10:18:00 PM

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma-

Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

Kavafis (çev: C. Çapan)

  

Kentten kaçış, ya da kırsala sığınma; kentli/ köylü, aydın/halk arasındaki çelişkiler üzerine yazılmış yapıtlar içinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban'ı ilk anımsanacak romanlardandır. Başkişi Ahmet Celâl'in Kurtuluş Savaşı yıllarında tuttuğu günlüğü içerir Yaban. Savaşta tek kolunu yitirmiş Ahmet Celâl artık tek başına yaşamanın güç olacağı düşüncesiyle kenti bırakıp bu köye sığınmıştır. "Kendi kafamın cevrinden kurtulmak için de geldim" dediği bu köyde yazdığı günlükte onun köylülerle düşmanlığa varan ilişkilerini, cahil bırakılmış halkın neredeyse hayvansı, ilkel, içgüdüleriyle yaşayan "yaratıklara" benzeyişlerini anlatır. Ahmet Celâl tüm bu sorunlardan dönemin aydınlarını, böylece kendini de sorumlu tutmaktadır.

Behçet Çelik'in Belleğin Girdapları da Yaban'dan 87 yıl sonra yazılmış bir kaçış romanıdır. Kentten epeyce uzak bir mahalleye kaçan adsız kişinin iç konuşmalarıyla sürer. İç konuşma diyoruz ama bir sesleniş olarak da okunabilir. Başkişinin giriş tümcesinde özellikle iki kişiye karşı olan ince yakınması bütün bir romanın hep bu iki kişinin (Nuray ve Serhat) varlığı ve onlarla birlikte yaşanmış dönem çevresinde okunmasını, onlara sesleniş olarak değerlendirilmesini baştan belirlemektedir aslında. Flaubert'in ünlü Madam Bovary'si "Etütdeydik" diye başlar. Bu tek sözcüklü giriş tümcesini gözden kaçıracak olsak bütün bir romanı serüvene tanık bir anlatıcının yerine üçüncü tekil kişinin anlattığı yanılgısına düşebiliriz. Belleğin Girdaplanı'nın anlatıcısı da benzer bir biçimde, belli belirsiz seslenilmiş bir "sen"i -tek bir kezliğine- katar araya:

"...ya da biriniz kalsaydı hiç değilse, sen ya da o, ikinizden birine, nerede, ne yaptığımı haber vermek isteseydim nereden başlardım, hangisini vurgulardım? Başlangıcı mı, bitişi mi?"

Evet, bu sorudan da anlaşılacağı gibi başlayıp biten bir öykü değildir onunki. Sınırlar kalkmıştır, adsız başkişinin, adsız bir kentte, takma bir adla; "Serpmetepe" adıyla anılan bir mahallesinde, nerede başlayıp nerede biteceği kesinlenemeyecek, zamansız öyküsünü okuruz. Artık kentle kırsal, aydınla halk arasındaki sınırlar bulanıklaşmış, Yaban'daki sorumluluk duyan, ülküleri olan bir aydın örneği burada yerini "Bir misyonla gelmedim, bildiğim ne ki, başkalarının eğrisine doğrusuna karışayım" diye düşünen, kafası karışık bir okuryazara bırakmıştır. Başkişinin içinde yaşadığı karmaşanın, düşüncelerindeki bulanıklığın, kesintisiz anlatma gereksiniminin kimi kez 100-110 sözcükle kurulmuş epeyce uzun sayılabilecek tümcelerle -biçimsel olarak da- pekiştirildiğini görürüz. Yaban'da kendi ülküsünden, düşüncelerinin saydamlığından kuşku duymayan bir aydının çevresini bu saydamlıkla izleyişini, halka yönelmiş ilgisini okumuştuk, Belleğin Girdapları’ndaysa  tam tersine kendine kapanmış, içten içe yaşadığı karmaşayla baş etmeye çalışan, arayış içinde bir başkişi buluruz. Bu çağın çağdaş kaçağıdır o. "Olduğumu sandığım adam ya da adamlardan biri olup olmadığımı öğrenmek istiyorum," der. Varlığından kuşkuya düşer; "Sis varla yok arası kılıyor bütün mahalleyi. Benim buradaki varlığımı mı andırıyor!" diye sorar. Yaban'da başkişinin bir zamanlar yaşadığı kente geri dönmesi büyük bir düş gibiydi, epeyce uzaklaşmıştı oralardan. Oysa "Serpmetepe" başkişinin geride bıraktığı kentin bir mahallesidir yalnızca.

Kaçıp sığındığı bu mahallede ne yapacak, nasıl bir yaşam sürdürecektir! Aslında bu en önemli ilk sorunun bile tam olarak yanıtı yoktur onun için. Üniversite yıllarındaki politik düşünceler, uzun tartışmalar, başarılamamış düşler, bir "dava" uğruna verilen savaşım, sıkı dostluklar, sevgililikler geride kalmıştır. Sanki artık zaman yaşamak için değil geçirilmek için vardır; şimdi o tek yapabileceği şeyin geçmişi anımsayarak yazmak olacağını düşünmektedir. Ancak bu yolla "geçmek bilmeyen zamanın" boğuntusundan kaçabilecektir. Yaban'da Ahmet Celal, kendi ülküsünün koşulu olarak, tarihe bir belge bırakmak düşüncesiyle yazıyordu günlüğünü. Onun yaşadığı dönem yazmanın zorunluluğunu içinde duyan, bu yüzden yazmaya alışkın kişilerin yaşadığı, yazınsallığın bir amaç olmaktan çok sonuç olarak belirdiği bir dönemdi. Oysa çağımızın bir aydın örneği olarak Belleğin Girdapları'nın adsız kişisi başlı başına bir "yazabilme" sorunuyla boğuşmaktadır: 

"Burada bir şeyler ikide bir eski günleri, eski zamanları çağrıştırdığında bunları yazarsam daha iyi hatırlayabileceğimi düşünmeye başladım.

Ne var ki yazamıyorum. Kaç gün önce aldığım defter bomboş hâlâ, sayfası bile kalmadı neredeyse. Birkaç cümle yazıp beğenmedikçe yırttım sayfalarını, elimde sadece cildi kalacak bu gidişle. İşim gereği uzunlu kısalı çok metin yazdım (yalanlı yanlışlı), kelimelerle aram hiç fena değil, çocukluğumdan beri meraklıyımdır kökenlerine, nereden nasıl türediklerine, kelime oyunları yapmayı severim (severdim demeliyim, tek başına oynanmıyor, karşındakinin sinirini bozmuyorsan bir kelimeyi bozup kurcalamanın pek bir anlamı yok), bunlardan ötürü aklımdan geçenleri, hatırladıklarımı, hatırlayacaklarımı kâğıda dökmeyi becerebilirim sanmıştım, olmuyor, yapamıyorum. Yazmaya kalktığımda kafam karışıyor, yazacaklarımın doğruluğundan kuşkuya düşüyorum, tam böyle miydi o anda hissettiklerim, uyduruyor muyum, işin artistliğine kaçıp süslüyor muyum? Bu kadar özenmeye başka ne denir? Daha sahici olması için mi? Peki ama ortaya çıkacak cümlelerin, paragrafların daha yapmacık olmadığını kim bilebilir? Sahici bir yazı mümkün mü,onu da bilmiyorum."

Gerçekle kurgu arasındaki sınır, içtenlik, doğruluk, süsleme kaygıları, yaptığı işe anlam arayışları roman boyunca onu bırakmayacak ve bir türlü yazmaya başlayamayacaktır. Dönüp dolaşıp kendine dışarıdan bakabilmek konusuna gelir, "Hem gören hem görülen" olamadığı için mi yazamadığını sorgular. Kendini görebilse, kendini tanıyabilse sorunlar kendiliğinden çözülecek ve yazmaya başlayabilecektir de. Romanın sonlarında yazmaya başlar ama bu kez de yazdıklarının yazmayı tasarladığı anılardan çok başka şeyler olduğunu şaşkınlıkla dile getirir. Gerçekleri birebir yazıya geçirmenin olanaksızlığının ayırdına böylesine geç varması ilginçtir.

Belleğin Girdapları'nın adsız başkişisi de Yaban'daki Ahmet Celâl gibi, bu yaşamakta olduğu yeni yerde, kendi çevresindekilere benzemeyen bu kişiler içinde bir gönül ilişkisine girer. Ahmet Celâl'in Türkçeyi bile bozuk konuşan köylü kızı Emine'ye duyduğu aşk gene romanın genel bakış açısı, yazarın ülküsü içinde anlamlandırılabilecek bir işlevle belirmişti. Kent insanıyla köylüyü sonunda bir araya getirmek, kaynaştırmaktı Yakup Kadri'nin sorunu. Ülküsü doğrultusunda kurulmuş bir ilişkiydi bu. Oysa Serpmetepe'deki aşk okura başlarda nedensiz gibi görünecektir. Okuyan yazan bir kişinin yalnızca üst kattan ayak seslerini, ev içi seslerini duyduğu Nazlı'ya olan ilgisi anlaşılmaz bir ilgidir. Ne kent, ne taşra olan, her şeyin varla yok arasında kaldığı, ne uzak ne yakın bu mahallede "aşk" da "varla yok arasındaki" başkişiye benzer; hem var, hem yok gibidir. Kendisinin de “en sallapati, en pespaye" tutku olarak adlandırdığı bu tutku giderek onun arayış sorununa, geçmişe duyduğu özleme bağlanacaktır: Nazlı aklıma düştüğünde ilk gençlik yaşlarıma gitmiş gibi hissediyorum."

“İlk gençlik yaşlari” tam yaşanırken kesilmiş, yarım kalmış yıllardır ve o yılların unutamadığı iki kişisi; dostu Serhat ve Nuray önemlidir onun yaşamında. Roman boyunca sürmekte olan kararsızlık, ne yapacağını bilememe konumunu bu iki kişinin yokluğuyla ilişkilendirir: "Nuray beni terk ettiğinde ya da Serhat gittikten sonra pek çok kez kendimi böyle varla yok arasında hissettiğim olmuştu," der.

Yaban'da kent insanı Ahmet Celâl cahil halkın arasında yabancı kalmış, köylüler onu "yaban" olarak adlandırmıştı. Böylece "yaban" çelişkin bir biçimde iki karşı ucun karşılıklı olarak birbirlerine verdikleri ad olmuştu. Belleğin Girdapları'ndaysa "yabanlık" ne başkişiye ne de Serpmetepelilere yakıştırılan bir addır. Başkişi "Yaban ya da yabancı değildim. Durumum, konumum başkaydı. (…) Daha ilginci, aynısı onlar için de geçerliydi. Yaban ya da yabancı değillerdi bana," der. Sonra geçmişi bir kez daha anımsayıp "Belki de asıl benzerlerimin yanında yabandım," diye düşünür. Bu kez yabanlık geçmişin pürüzlerinden biri olarak sorgulanır.

Sonuç olarak Yaban'dan neredeyse yüzyıl sonra yazılmış bir aydın portresinde, karşıtlıklar arasındaki sınırların eridiği, her şeyin birbiri içine geçtiği çağımızda bambaşka bir kent insanı çıkar karşımıza. Roman boyunca çelişkili düşüncelerle nerdeyse kımıltısız kalmış biridir o. İçe dönük bir kentli insanın sorunu ne yerine getiremediği ülküler, ne de çevresidir artık. Onun sorunu bir türlü tanıyamadığı, yabancılaştığı kendisidir. "Herkesin hain, düşman, komplocu olması mümkün. Herkes hep tetikte," dediği bu dönemde birey olmak çabasındaki insanın arayışları, yaşadığı bunalımlar,çelişkiler çağın karmaşasının bir yansımasıdır artık. Yeni bir kaçma kararıyla biter serüven. Belli ki başlangıçlarla bitişlerin kolayca birbirlerinin yerine geçebildiği çağımızda kaçmaya yazgılı bireylerin biterken başlayan öyküleri sürecektir.

(Kitap-lık'ın Kasım-Aralık 2019 tarihli 206. sayısında yayımlanmıştır.)

 

 

 

 

Comments

Comments are closed on this post.