Açık Pencereler - Bülent Usta

Thursday, December 2, 2010 2:51:00 PM

Bir sürü penceresi bulunan, büyük bir odadayım sanki. Açıyorum pencerelerden birisinin perdesini, karşıma yakılıp yıkılmış bir kentin sokağı çıkıyor. Sonra başka bir pencereyi açıyorum, işsizlerden oluşan bir kuyruk çıkıyor karşıma bu defa. Bir başkasında hemen pencereyi kapatıyorum, çünkü gaz bombalarının atıldığı bir sokağa bakıyor. Düğün ya da cenaze alayları geçiyor sokaklardan. Bazılarının pencere olmadığını görüyorum sonradan. Pencere şeklinde ekranlar konulmuş… Bazı ekranlarsa, sadece içinde bulunduğum odayı gösteriyor. Kendime bakıyorum, pencere görünümündeki ekranlardan. Bir süre sonra, tüm pencerelerin birer ekrana dönüştüğünü ve o ekranlarda görmem istenen şeyleri gördüğümü fark ediyorum. Yanıp yıkılmış sokaklar yok orada… Hayalini kurduğum sokaklar, insanlar, birbirinden renkli ve ilginç olaylar izliyorum. Bir süre sonra izlediğim şeylerin gerçekten de hayatın kendisi olduğuna inanmaya başlıyorum. Sözünü ettiğim o büyük oda, hapishaneye mi, yoksa akıl hastanesine mi dönüşüyor git gide? Hapishanelerin ve akıl hastanelerinin ortak noktalarını düşünürsek, ikisi birden de diyebiliriz. Aslında “akıl hastanesi”, Türkçeye özgü mükemmel bir tanım da taşır içinde: Akıl, hastadır çünkü… Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı romanında, sırtını denize dönmüş akıl hastanesi, bir Türkiye metaforu olarak sunuluyor örneğin. Bu metaforla, hem denizlerle çevrili bir ülke olmamıza rağmen denizden uzak duruşumuz, hem de yaşanılan ve yaşatılan olaylara bakarak ülkenin büyük bir akıl hastanesine dönüştüğüne işaret ediyor yazar. Roman, adı gibi uzun ve 100-150 yıllık bir Türkiye tarihiyle yüzleştiriyor bizi. Ayfer Tunç’un hem dile ve kurguya hakimiyeti, hem de diğer kitaplarında da tanık olduğumuz karakter zenginliği, bu romanda da karşımıza çıkıyor. Aslında romanın bende uyandırdığı duygu, bir tür röntgenciliğe denk düşüyor. Hani iş yerinizdeki birisini ya da bir arkadaşınızı, yakın olduğunuz birisiyle çekiştirir, dedikodusunu yaparsınız ya, Ayfer Tunç’un romanındaki anlatıcı da böyle bir his bırakıyor insanda. Örneğin romanın başlarında özel bir üniversitenin öğretim üyelerinden Ülkü Birinci’yi anlatırken, onun aşk hayatından üniversite kariyerinin yüzeyselliğine, geceleri gizlice yaptığı chatlerden yaşadığı kaçamaklara kadar pek çok ayrıntıyı öğrenebiliyoruz. Elbette bu ayrıntıların her birinin romanda bir işlevi var. Romanda karşımıza çıkan, devrimci, doktor ya da tavernacı gibi karakterlerin tümü, hayatın-hayatımızın içinden karakterler. Behçet Çelik ise, Kanat Kitap’tan çıkan ilk romanı Dünyanın Uğultusu'nda bu röntgenciliği bir başka biçimde yapıyor. Ayrıntılar ve olaylar, romandaki karakterlerin iç dünyalarında aranıyor daha çok. Elbette bu iç dünya, dış dünyadan bağımsız değil. Ama içeriden bakılan, içerideki bir dış dünya söz konusu olan… Ayfer Tunç’un ironik bir dille anlatmayı tercih ettiği insanlar, Behçet Çelik’in romanında varoluşsal ya da toplumsal acıların ortaklığında buluşuyor. Birbirine zıt iki pencereden hayata bakıyor görünseler de, aslında iki yazarın da kendilerine mesele ettikleri şeyler ortak: İçinde bulunduğumuz o büyük odanın pencerelerini açmak… Bu iki romanın içinde gezinirken, Foucault’nun Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve seçme yazılarından oluşan Büyük Kapatılma adlı kitabındaki bir makalede söylediklerini anımsadım. “On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın ilk yarısında siyasi bilgi, ekonomik gelişmeyle bir arada olmak zorundaydı. Yıllar geçtikçe, ekonomik gelişmenin bireylerin yaşamı üzerinde olumsuz etkiler ürettiği de görüldü. Öyle ki, şimdi iktidarın bilgeliği bu gelişmenin meydana getirdiği etkilerin sürekli olarak düzeltilmesinde yatmaktadır” diyordu Foucault… Siyasi bilginin, iktidardaki elitlere terkedilmesinin sonucu olarak, yöneticilerin doktor, halkın da hasta olduğu büyük bir tımarhane, zorunlu bir yaşam biçimi olarak dayatıldı günümüz insanına… Mesele, bu tımarhaneden çıkış yollarını araştırmak... Bunu için de Foucault’nun Nietzsche’yi örnek vererek, her entelektüel filozof-gazeteci olmak zorunda dediği şeyi yapmak gerekiyor belki de, hakikatin tıpkı ekranlara dönüşen pencerelerdeki gibi iktidar tarafından rehin alındığını düşünürsek. Kitlelerin bilmek için entelektüellere ihtiyacı kalmamıştır, ama entelektüellerin “iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etme”si de kaçınılmaz. Edebiyatın hakikatle kurduğu ilişki, bu açıdan çok mühim… Hayata baktığımız pencereler çoğaldıkça, daha çok hayatın içinde hissedeceğiz kendimizi… Dünyanın Uğultusu'ndaki Ahmet, romanın bir yerinde şöyle konuşuyor kendisiyle: “Akıl, evet akıl. Tek yol gösterici. Aklın yolunu izlemeli insan. İş aramaya başlamadan, bulmadan, şu can sıkıcı günlük rutini kırmadan, hiçbir şey değişmez –böyle diyor akıl. Doğru söz -bu da söz!- ama midesi kasılıyor aklın tavsiyeleriyle. Aklın söylediklerinde mi bir terslik var, bedenin tepkilerinde mi?” Dünyayı kocaman bir tımarhaneye ve hapishaneye çeviren akılla yüzleşmek için, edebiyatın yol göstericiliği şart.

18.02.2009

Comments

Comments are closed on this post.