Posts From February, 2011

Statistics

  • Entries (7)
  • Comments (2)

Ğ Dergisinin "Öykümüz Fildişi Kulesine mi Çekildi" Başlıklı Soruşturmasına Yanıtlarım 

Tuesday, February 15, 2011 2:30:00 PM

Ğ Dergisinin Ocak-Şubat 2011 tarihli 10. sayısında "Öykümüz Fildişi Kulesine mi Çekildi" başlıklı bir soruşturma yer alıyor. Bu soruşturmaya verdiğim yanıtlar aşağıda, soruşturmanın tamamı Ğ dergisinde..

1. "Öykü, içine kapanıp kendine yeter bir dünya kurdukça oluşturduğu bu ‘kendi gerçekliği’nin tutsağı oldu. Son on beş-yirmi yılda öykü, müeddep bir suskunluk içinde metinselleşirken, bomba gürültüleri altında milyonlarca insanın çığlığı onun fildişi kulesine ulaşamadı." diyor Cemal Şakar. Soruşturmamızın çıkış noktası olduğundan bu tespite katılıp katılmadığınızı sormakla başlayalım. Son yıllarda yazılan öykülerde genel olarak bir içe kapanma, hayattan uzaklaşma olduğunu düşünüyor musunuz?

Son yıllarda yazılan öykülerin tamamını kuşatacak sözler söylemek kolay değil. Hiç olmadığı kadar çeşitlilik gösteriyorlar. Cemal Şakar’ın dikkat çektiği gibi toplumsal olaylara (“bomba gürültülerine”) kayıtsız kalıp kendi metni üzerine eğilen öykü anlayışıyla giderek daha çok öykü yazılıyor olsa da, bunu genele teşmil etmek doğru olmaz. Hatta, kimi zaman son yıllarda tersi bir eğilimin güçlenmekte olduğunu düşünüyorum. Sanırım insanları öykü yazmaya iten saikler değişiyor - yazmaya iten saikler de diyebiliriz. Öte yandan içe dönüş ile içe kapanmayı da birbirinden ayırmak gerekiyor. İçe dönüş, kimi zaman dışarıya kayıtsız kalmanın değil, kalmamanın, kalamamanın sonucudur. Dışarıyla yaşanan çatışmadan insan bazen kendisiyle ilgili kuşkulara kapılarak çıkar; dışarıdan önce içeride bir şeyleri değiştirmesi, hatta öncesinde içeriyi tanıması gerekir. Bu da içe dönüşü kaçınılmazlaştırır. Ursula K. Le Guin’in, “Devrim yapamazsınız, ancak devrim olabilirsiniz” sözünü anımsayın. Ancak içerideki bombaları işitip susturduğumuzda dışarıdaki bombalarla ilgili bir şey yapabiliriz belki de. İçeriye kulaklarımızı kapayıp dışarısıyla didişmeye kalktığımızda sahici bir mücadele veremeyiz, çünkü kendi sahiciliğimiz şüphelidir. Bu nedenle kendi sahiciliğinin peşine düşüp içe dönmüş öykü için “hayattan uzaklaşıyor” dememek gerekir.

“Metinselleşme”yi de her zaman olumsuz bir durum olarak görmemek gerekir. Nasıl bir metinselleşme olduğuna bakmak gerektiğini düşünüyorum. İçinde yaşadığımız toplum, dünya, hatta kendimiz hakkındaki yargılarımızın da birer “metin” olduğunu unutmayalım. Bu metinleri (“Bizi biz yapan hikâyeler”i) alt üst ediyor; en azından başka türlü de olabileceğini hesaba katmaya çağırıyor olabilir o öyküler.

Bütün bu çekinceleri belirttikten sonra, sorunuzun da ima ettiği gibi, günümüz öyküsünün toplumun geniş kesimlerinin yaşadığı hayatla arasındaki bağın kopuk olduğunu belirteyim. En azından bu hayatların onlara esin vermediği, onları öykü yazmaya itmediği, esin kaynaklarını kendi bireysel hikâyelerinde (ya da kendi gibilerin hikâyelerinde) buldukları söylenebilir. İşin kötüsü, bu bireysel hikâyeleri anlatırken de, kendi hikâyelerinden ziyade kendilerinin sandıkları hikâyeleri anlatıyorlar. Bu nedenle, en azından kendi hikâyelerinin peşine ciddi kaygılarla düşmüş olanları tenzih etmek gerekiyor.

2. "Alemdağ’da Var Bir Yılan"la başlayan, 50 kuşağıyla neredeyse zirveye ulaşan; biçimsel kaygıların ön planda olduğu (neyi anlattığın değil nasıl anlattığın), bireyin yalnızlığı, dünyaya yabancılaşması (varoluşçuluk) gibi temaların işlendiği  öykü izleği yazıldığı zaman ve şartlar altında bir yenilik ve imkanı içinde barındırırken bugün özellikle yan etkileriyle birlikte öykücülüğümüz için bir handikap, bir açmaza mı dönüşmüştür? Son tahlilde öyküyle hayat/gündelik gerçeklik arasında nasıl bir ilişki olmalıdır?

Halen bir yenilik ve imkân var bunlarda. Aslında biçim bugün daha da önem kazanmış durumda. Simgelerin olguların yerini aldığı, bir anlamda içeriğin göz ardı edilip biçimin içerikmiş gibi sunulup gözlerimizin boyandığı bir devirde yaşıyoruz. Dilin sadece gösterdiği nesneyi yansıtmadığını, aynı zamanda onu kurduğunu tartışıyoruz. Böyle bir dünyada biçim ve dil sadece gözbağcılık için değil, dünyayı değiştirmek için de önem taşıyor. Hiçbir şey değilse, yaşadığımızı sandığımız dünya ile olduğumuzu sandığımız benliğimizin hiç de öyle olmadığını, olmayabileceğini bize hatırlatan bir yan var “biçimsel kaygılarda.”

Dilin ve biçimin kurucu olabildiğinden söz edince, kurulan şeyin ne olduğuna bakmak önem kazanıyor. Dil ve biçim içeriğin boşaltılmasına alet olabileceği gibi, içeriğin boşaltıldığına ilişkin bir farkındalığın kazanılmasına da yarayabilir. Burada, dilsel ve biçimsel arayışlar hakkında “iyidir” ya da “kötüdür” gibisinden bütüncül değerlendirmeler yapmak yerine metinlerden yola çıkarak yazarın tutumunu, zihniyetini, edebiyat algısını vs tartışmakta fayda var.

Biçimsel arayışların kendisinin bir handikap ya da açmaz olduğu fikrine katılmıyorum, ama edebiyatın sorunlarının toplumsal sorunlarla yakın ilgisi olduğunu da yadsımıyorum. Örneğin, vicdanı alınmış, tek bir boyuta indirgenmiş bir insan algısı giderek hâkimiyet kazanıyor. Edebiyat yapıtlarının da dahli var bunda. Çoğu zaman sahiden de tek bir boyutumuz önemseniyor dış dünya tarafından, giderek bu durum hâkim bir ideoloji halini alıyor ve bizi de etkiliyor. Biz de kendimizi tek boyutlu sanıyor, ona göre tutum alıyoruz. Dışarıyla çatışmalarımız içeriye de yansıyor böylelikle. İçsel çatışmalarımız, trajedilerimiz buradan doğuyor. Edebiyat bu çatışmaların izini sürmek, bu gibi çatışmaların insanı ne hale getirdiğini araştırmak yerine sadece başarılı, keyifli, şaşırtıcı, zekice olanın peşinden gidebiliyor kimi zaman. Sözünü ettiğiniz eğilim böyle bir edebiyatın (“popüler edebiyat” diyebilir miyiz buna?) peşinde olanlar için biçilmiş kaftan.

Öykü-hayat (gerçeklik) ilişkisine gelince… Edebiyatın insanı değiştirebileceğine, bunun sonucunda da toplumun ve dünyanın da değişeceğine inanıyorum. Edebiyat bunu çok farklı yollardan yapabilir. Onun yaşadığı gerçekliğin farkına varmasını sağlayabilir, ama aynı zamanda o gerçekliği kuşatan ve kuran dilin farkına varmasını da... İnsan olmakla ilgili her sorunun yanıtı bulunmuş değil, insan olmakla ilgili yeni sorular sorabilir edebiyat, ya da yeni sorular sorması için insanı cesaretlendirebilir. Bizi bireyci olmaya çağıran bir ideoloji hâkim dünyada. Bu ideoloji gerçeklikleri çarpıtarak sunuyor, reklamlarla, pırıltılı gösterilerle bize yalan bir dünyayı gerçekmiş gibi sunuyor. Hayatlarımızın tadını kaçıranın bu olduğuna dikkat çekebilir öykü. Öykünün gerçeklikle ilişkisi bu yalanların örtüsünü kaldırmak olabilir.

3. İlk iki sorudan hareketle; öyküde öz/biçim, eser/mesaj ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Bir önceki sorunuzda biçimsel kaygıları neyi anlattığımızın değil, nasıl anlattığımızın ön planda olması biçiminde tanımlıyorsunuz. Edebiyatı mutlaka “ne” ya da “nasıl”dan biriyle ilişkilendireceksek, oyumu “nasıl”dan yana kullanırım. Anlatılan şeyi edebiyat yapan onun nasıl anlatıldığıdır çünkü. Anlatılan şeyi (“ne”yi) makale ile de anlatabiliriz örneğin; dolayısıyla “ne” edebiyatın başladığı yer olamaz, edebiyat “nasıl”la başlar. Az önce “Mutlaka ikisinden birini seçeceksem,” dediğime dikkatinizi çekerim. Öz ile biçim arasında diyalektik bir ilişki bulunduğunu düşünüyorum. Edebiyat yapıtında öz ile biçimi ayırıp analiz etmek bana biraz yapay gelir. Yapıt bir bütün olarak durur önümüzde. Öz ile biçimin birbirini nasıl ve nerede etkiledikleri üzerinden yapılmış çözümlemeler bana daha ufuk açıcı görünür her zaman. Özellikle akademik çalışmalarda yapıtın ne anlattığı (içerik) ayrı, nasıl anlattığı (biçim) ayrı değerlendirilir. Bu ikisi arasındaki ilişki görülmez, araştırılmaz. Önceki soruda da değindiğim gibi, bugün artık dilin kurucu niteliğinden söz ediyorsak, biçimi sadece bir kılıf olarak göremeyiz, biçim içeriktir de.

4. Son olarak cevaplarınız doğrultusunda günümüz öyküsünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüz öykücülüğünün bu bağlamdaki durumuyla ilgili daha önce başka bir yerde yaptığım ayrımı yinelemek isterim. Çok farklı tarzlarda yazsalar da öykücülerin çoğunda yazdıklarının bir metin olduğunu vurgulama, en azından unutturmama eğilimi var. Kimisi hayli oyuncu şeyler yazıyorlar ve metinler arası göndermeleri hayat-metin ilişkisinin önüne alabiliyorlar. Bir yanıyla postmodern bir eğilim olmakla birlikte, hayatın da bir metin olabileceğini her an akılda tutan, zihin açıcı, yerleşik değer ve yaklaşımları alt üst etmeyi amaçlayan eserler kaleme alıyorlar. Kimi öykücü ise metnin dilsel yanını öne çıkartıyor; ne anlattıklarından çok nasıl anlattıklarını önemsedikleri anlaşılıyor bu yazarların. Farklı dilsel yapıları eserleri içerisinde kullanmaktan çekinmiyorlar. Dil işçiliğinin öne çıktığı, edebiyatta dil zevkini önemseyen, dar bir okur topluluğuna hitap etmeyi amaçladıkları anlaşılan metinler yazdıkları söylenebilir. Üçüncü bir gruptaki öykücülerin yazdıkları eserlerden ise yazdıklarıyla hayat arasında bir bağ bulunduğu, onları yazmaya itenin esas olarak hayatla ilgili dertleri olduğu rahatlıkla seziliyor. Bu yazarların eserlerinde metnin dünyası ile yaşadığımız dünya aynı dünya gibidir. Ama “gibidir.” Okurken anlatılanlara kapılıp gitsek de, özdeşlik kurmamıza bu gruptaki yazarlar da pek müsaade etmezler. Kimi zaman yeğledikleri aşırı yalın anlatımlarla, kimi zaman eksiltmeli anlatmayı yeğleyip anlatılanların dışında anlatmadıklarını da sezdiren, duyuran yaklaşımlarıyla bu gruptaki öykücüler de edebiyat-hayat ilişkisinde doğrudan bir yansıtma ilişkisi kurulmasına imkân tanımazlar.

Öykücülerin yazdıklarının bir metin olduğunu unutturmama çabaları bir yanıyla “nasıl”a verilen önemi gösteriyor, ama bir yandan da edebiyatın da bir başka yalan gerçeklik yaratabileceğini ilişkin de bir uyarı bu.

Günümüz öykücülüğü ilk bakışta politikadan uzak duruyor gibi görünebilir. Doğrudan politik olaylar hakkında kaleme alınmış öyküler az. Gözden kaçırılan bir nokta var: Gündelik hayat içerisindeki edimlerimiz, tutumlarımız da politik duruşumuzun bir göstergesi  kimi zaman söylemimizdeki politikadan çok daha sahici biçimde politik duruşumuzu ele verdiğini de unutmamak gerek. Buradan baktığımızda, gündelik hayatlarımızdaki bireysel sıkıntıların ifade edildiği öykülerin bir bölümünü de politik sayabiliriz. Hayattan ne çok keyif aldığımızı anlatmaya özendirildiğimiz toplumsal bir yapıda sahici sıkıntılardan söz etmekten çekinmeyen öykücüler basbayağı politik bir tutum içerisinde sayılmazlar mı?